Sayfalar

PUSULA-2023

27 Şubat 2010 Cumartesi

MİLLETİ SADIKADAN İHANETE (ERMENİ TERÖRÜ)


ATATÜRK'TEN ERMENİ SORUNU

"Ermeni meselesi denilen ve Ermeni milletinin gerçek çıkarlarından ziyade dünya kapitalistlerinin ekonomik çıkarlarına göre halledilmek istenen mesele, Kars Antlaşması'yla en doğru çözüm şeklini buldu. Asırlardan beri dostane yaşayan iki çalışkan halkın dostluk bağları memnuniyetle tekrar kuruldu."

Mustafa Kemal Atatürk

1 Mart 1922 - TBMM Üçüncü Toplanma Yılı Açış Konuşması



GİRİŞ

Asya ve Avrupa kıtaları arasında köprü konumunda olan Türkiye, Karadeniz’i Akdeniz’e bağlayan boğazları, Ortaasya, Kafkasya ve Ortadoğu’daki doğal enerji kaynaklarının kesiştiği noktadaki jeopolitik konumuyla bütün dünyanın dikkatini çekmektedir.

Geçmişte Osmanlı devleti, bugün de Türkiye, bu jeopolitik ve jeostratejik konumundan dolayı çeşitli entrikaların çevrildiği bir alan olmuştur. Osmanlı devletini parçalayarak tarih sahnesinden silmek isteyen sömürgeci devletler, bu entrikalarında yüzlerce yıldır Türklerle dostça yaşayan Ermenileri kullanmışlardır.

Tarihte olduğu gibi günümüzde de, Ermeni toplumu üzerinden siyasi ve ekonomik çıkar sağlamaya çalışan ülkeler bulunmaktadır. Bazı ülkelerde Türkleri ve Türkiye’yi sözde soykırımla suçlayan anıtlar dikilmekte, bazı ülkelerde de soykırım iddiasını tanımaya yönelik kararlar parlamento gündemlerine getirilmekte, hatta kimi ülke parlamentolarında kabul edilmektedir. Gerçekte tarihçilere bırakılması gereken bu konular, siyasetçilerin elinde çıkar aracı haline dönüştürülmektedir.

Tarih boyunca Romalılar, Persler ve Bizanslılar tarafından Anadolu’nun bir yerinden diğerine sürülen, savaşlara itilen ve çoğu kez üçüncü sınıf vatandaş muamelesi gören Ermeniler, Türklerin Anadolu’ya girişlerinden sonra Türklüğün adil, insani, hoşgörülü, birleştirici anlayış ve inancından yararlanmışlardır. Bu ilişkilerin gelişme ve doruğa ulaşma çağı olan 19. Yüzyıl sonlarına kadar süren devir, “Ermenilerin altın çağı” olmuştur. Osmanlı devletinin çalışan, liyakatli, dürüst ve becerili her vatandaşına sağladığı imkanlardan gayr-i müslimler içinde en çok faydalananlar Ermeniler olmuştur. Askerlikten, kısmen de vergiden muaf tutulurken, ticarette, zanaatta, çiftçilikte ve idari işlerde yükselme fırsatını elde etmişler ve devlete bağlı, milletle kaynaşmış ve anlaşmış olduklarından dolayı "millet-i sadıka” olarak kabul edilmişlerdir. Bu çerçevede Türkçe konuşan, ayinlerini bile Türkçe yapan bu topluluktan devlet kademelerinde önemli görevlere yükselenler, hatta Bayındırlık, Bahriye, Hariciye, Maliye, Hazine, Posta-Telgraf, Darphane Bakanlıkları, Müsteşarlıkları yapanlar olmuştur. Hatta Osmanlı devletinin meseleleri üzerinde Türkçe ve yabancı dillerde eserler de yazmışlardır.

Ancak Osmanlı devletinin zayıflamaya başladığı dönemlerde, hemen her konuda Avrupa’nın müdahalesi baş gösterince, Türk-Ermeni ilişkilerinde de bir bozulma başlamıştır. Batılıların özellikle misyoner din adamı kisvesinde, Osmanlı devleti içine soktuğu provokatörlerin faaliyetleriyle Ermeniler; dini, kültürel, ticari, sosyal ve siyasi açılardan Türk toplumundan uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. Böylece, çoğu defa Türklerin zararlı çıktığı trajik olaylar başlamış, Doğu Anadolu’da başlatılan ve İstanbul’a kadar yayılan isyan hareketlerinde binlerce Türk ve Ermeni hayatlarını kaybetmiştir.

Birinci Dünya Savaşı sırasında ise; Osmanlı askeri olarak düşmanlara karşı savaşan veya geri hizmetlerde çalışan Ermenilere karşılık, Ermenilerin önemli bir kısmı düşman kuvvetlerinin yanında Türklere karşı savaşmıştır. Cephe gerisinde de komitacı Ermeniler kadın, çocuk, yaşlı ayrımı yapmaksızın katliamlara girişmişler, yüz binlerce Müslüman’ın hayatına kastederek Doğu Anadolu’yu bir harabe haline çevirmişlerdir.

Devletin bunları yatıştırmak ve durdurmak için aldığı tedbirler istismar edilmiş ve dış devletlerin tahrik ve vaatleriyle Ermeniler, bin yıl refah içinde yaşadıkları ülkeyi parçalamaya çalışmışlardır.

Anadolu dışında kurulan Hınçak, Taşnak, Ramgavar, Hınçak İhtilal Komitesi, Silahlılar Cemiyeti, Ermenistan’a Doğru Cemiyeti, Genç Ermenistan Cemiyeti, İttihat ve Halas Cemiyeti ve Karahaç Cemiyeti gibi örgütler, halkı silahlı ayaklanmaya sevk etmişlerdir.

Osmanlı devleti, Birinci Dünya Savaşı içinde, Ermeni isyanının yoğun olduğu Doğu Anadolu’da, bir yandan cephede Rus ordularıyla ve Rusların yanında yer almış olan Ermeni kuvvetleriyle savaşmak zorunda kalmıştı. Diğer yandan da cephe gerisinde Türkleri katleden, Türk köy ve kasabalarını yakıp yıkan, ordunun ikmal tesislerine ve konvoylarına saldıran Ermeni çeteleri ile mücadele etmek zorunda kalmıştır.

Ayrıca hem cephede hem de cephe gerisinde savaşmak durumunda bırakılmasına rağmen, 9-10 ay, cephe gerisindeki önemli tehlikeyi “mahalli tedbirlerle” çözüme ulaştırmaya çalışmıştır. Bu arada, 24 Nisan 1915’te, cephe gerisinde faaliyette bulunan Ermeni komitecilerine yönelik bir operasyon yapmış ve vatana ihanet eden 2345 komiteciyi tutuklamıştır.

Komitecilerin dışında özellikle Rus sınırına yakın bölgelerdeki Ermeni halkın da devlete isyan halinde olduğunu görünce, son çareye başvurmuş ve bölgedeki Ermenilerden sadece isyan hareketine karışanları savaş bölgesinden alıp, ülkenin emniyetli bölgelerine “sevk ve iskâna”, o dönemdeki ifadesiyle “tehcir”e tabi tutmuştur. Bu uygulama ile aynı zamanda her şeyden önce cephe gerisinde iç savaş ortamında bulunan Ermeni halkın can güvenliği sağlanmıştır. Çünkü Ermenilerin bölgedeki Türklere yaptıkları katliam ve mezalimin karşılığını müslüman halk da vermeye başlamıştı.

Ermenistan ile bir takım siyasi ve ekonomik çıkarlar için Ermenileri kullanan bazı devletler, yer değiştirme uygulamasını ve 24 Nisan’daki tutuklamaları bir “soykırım” gibi göstermek ve dünya kamuoyunu bu konuda ikna etmek için yoğun bir propaganda faaliyetine girişmişlerdir(1).

Oysa Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Osmanlı devletini işgal eden devletlerden İngilizler, aralarında Osmanlı siyasi ve askeri liderleriyle önde gelen aydınların da bulunduğu 143 kişiyi “Ermeni olaylarında savaş suçu işledikleri” gerekçesiyle tutuklayarak Malta adasına sürmüş ve hapsetmiştir. Suçlamalarla ilgili olarak Osmanlı, ABD ve İngiliz arşivlerinde geniş çaplı araştırmalar yapılmıştır. Buna rağmen, Malta’daki tutuklular hakkında iftiraları kanıtlayacak deliller mahkemeye sunulamamıştır. Sonuç olarak Malta'daki tutuklular, kendilerine hiçbir suçlama dahi yöneltilmeden ve duruşma yapılmadan 1922'de serbest bırakılmışlardır.

Ancak Türkleri sözde soykırımla suçlama gayretleri durmamış; Malta’daki yargılama sürecinde İngiliz basınında Osmanlı Hükümeti’ni sözde soykırım ile suçlayan ve bu konuyu ispata yeltenen bazı uydurma belgeler yayınlanmıştır. Söz konusu belgelerin General Allenby komutasındaki İngiliz İşgal Kuvvetleri tarafından Suriye'deki Osmanlı Devlet Dairelerinde ortaya çıkarıldığı iddia edilmiştir. Ancak, İngiliz Dışişleri Bakanlığı tarafından sonradan yapılan soruşturmalar, İngiliz basınına verilen bu belgelerin İngiliz ordusu tarafından ele geçirilen belgeler olmayıp, Paris'teki Milliyetçi Ermeni Delegasyonu tarafından müttefik delegasyonlara gönderilen yazılar olduğu anlaşılmıştır(2).

Bütün bu gerçeklere rağmen, sözde soykırım iddialarını gündemde tutmak için olağanüstü gayret sarf eden Ermeni komiteleri, terör eylemlerine yönelmişlerdir. 1965'ten sonra, çeşitli ülkelerdeki Ermenilerin, Türkiye aleyhine başlattıkları karalama kampanyasıyla dünya ve Türkiye kamuoyunda varlığını hissettiren sözde Ermeni Sorunu, 1970'li yıllardan itibaren yurtdışındaki Türk temsilciliklerine yönelik terör eylemlerine dönüşmüştür.

Gurgen (Karekin) Yanikan adlı bir yaşlı Ermeni’nin 27 Ocak 1973'de ABD'nin Santa Barbara kentinde, Türkiye'nin Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ile Konsolos Bahadır Demir'i katletmesiyle başlayan "Bireysel Ermeni Terörü", 1975'den itibaren tıpkı 1915 öncesinde olduğu gibi "Örgütlü Ermeni Terörü"ne dönüşmüştür. Yurtdışındaki Türk görevliler, diplomatlar, elçilikler ve kuruluşlarına yönelik Ermeni saldırıları, kısa sürede hızlı bir tırmanma göstererek yoğunluk kazanmıştır.

Ermeni teröründe, Türkiye’deki iç huzursuzluğun zirveye çıktığı 1979 yılından itibaren büyük bir artış gözlenmeye başlanmıştır. Ermeni teröristler, 21 ülkenin 38 kentinde, 39'u silahlı, 70'i bombalı, biri de işgal şeklinde olmak üzere toplam 110 terör olayı gerçekleştirmişlerdir. Bu saldırılarda 42 diplomatımız ile 4 yabancı hayatını kaybederken, 15 Türk ve 66 yabancı uyruklu kişi de yaralanmıştır(3).

Ermeni terör örgütleri, dış dünyanın tepkileri üzerine 1980’li yıllarda taktik değiştirerek, PKK terör örgütü ile işbirliğine girmişlerdir. 1984 yılında PKK sahneye çıkarılmış ve Asala-Ermeni terörü geri plâna çekilmiştir. Belgeler, Bekaa ve Zeli kamplarında ASALA ile PKK militanlarının birlikte eğitim gördüklerini ortaya koymuştur.

Türk güvenlik güçlerinin PKK terörü ile mücadelede başarı sağlamasının ardından Ermeni komiteleri, sözde iddialarını Ermenistan devletinin açık desteği ve Ermeni Diasporası aracılığıyla sürdürmeye devam etmektedirler. Çeşitli ülke parlamentolarından “sözde Ermeni Soykırımı”nı kabul eden yasaların ve önerilerin çıkmasını sağlamaya çalışarak, asılsız iddialarını dünya kamuoyuna kabul ettirmeye çalışmaktadırlar.

Amaçları, sözde iddialarını tüm dünyaya “tanıtmak”, Türkiye’yi bu temelsiz iddiaları “tanımak” zorunda bırakmak, sözde soykırımdan dolayı Türkiye'den "tazminat" ve "toprak" almak ve "Büyük Ermenistan" rüyasını gerçekleştirmektir.

26 Şubat 2010 Cuma

ARŞİV BELGELERİNE GÖRE ERMENİ KONUSU


Ermeni Çeteleri ile Rusların Müslümanlara Yaptıkları Soykırımın Belgesi. Sayfa 4
Kaynak:Ermeniler Tarafından Yapılan Katliam Belgeleri(1914-1919).


ARŞİV BELGELERİNE GÖRE ERMENİ KONUSU

(26.ŞUBAT.1992)TARİHİ YIL DÖNÜMÜNDE HOCALI'DAKİ TÜRK SOYKIRIMI VE ERMENİ MEZALİMİ


ERMENİLERİN AZERİLERE KARŞI GERÇEKLEŞTİRDİĞİ TÜRK SOYKIRIMI
VE
AZERİ - ERMENİ İLİŞKİLERİNİN TARİHİ PERSPEKTİFİ

Ermenilerin Türklere yönelik katliamları Anadolu'yla sınırlı kalmamış, Kafkaslar'da ve Azerbaycan topraklarında da sürmüştür. Bu konudaki bilgi ve belgeleri, Prof. Dr. Fahrettin M. Kırzıoğlu'ndan naklediyoruz:

"1919 Ağustosunda, Nahçıvan ve Şerür çevresindeki 45 köye Ermeniler asker birlikleri ile hücum etmişler ve demiryolu boyuna yakın köyleri, zırhlı vagonlardan ateş altına almışlardır.

Mayıs 1920 sonralarına Doğru Ermeniler, Erivan'da Uluhanlı yanındaki Karadağlı adlı İslam köyünün ahalisini zorla yerlerinden çıkararak, eşyalarını yağma ile, kendilerini göçe mecbur etmişlerdir.

23-24 Mayıs 1920 gecesi 300'den fazla Ermeni süvarisi, Uluhanlı'nın 5 km. kuzeyinde Cebeçalı köyünü sararak, eli silah tutan Müslümanları bir araya toplayarak bunların hepsini süngüden geçirmişlerdir.

27 Haziran 1920 gecesi yine Erivan'da Hacıbayram ve Haberbegli köylerine baskın yapan Ermeniler, ahalnin malları ile eşyasını hep yağmalamış, birçoğunu öldürmüş; kırgından kurtulan az bir kısmı da, Aras ırmağından güneye geçerken, Ermenilerin baskını üzerine boğulmuşlardır.

Azerbaycan ve başka yerlere gitmek üzere, Erivan'daki Azerbaycan Elçisi'nin verdiği pasaportu taşıyarak Erivan yanlarından trenle Gence'ye giden 500 Müslüman, Gümrü yakınında vagonlardan indirilerek, hepsi öldürülmüştür.

6 Nisan 1920'de Ermeniler, Zengezor, Ordubad, Vedi bölgelerindeki İslam köylerine, türlü askeri sınıflardan kurulu nizami birliklerle saldırarak, zulüm ve vahşiliğin en iğrenç biçimlerini, insanlığını nefret edeceği alçaklıkları yapmışlardır.

Erivan şehrinin 15 dakika ötesindeki Haçaparak köyündeki İslam ahaliye Ermeniler, 16 Nisan 1920 gecesi saldırarak, halkını toptan kırmaya girişmişlerdir. Bu zalim vahşilikten kaçıp kurtulamayan 6 erkek, kamalarla öldürülmüştür. Kadın ve kızların namusu çiğnenmiş, sonra da yakılmış veya öldürülmüşlerdir. Evlerin hepsi talana uğramıştır."

Ermenilerin Azerilere yönelik zulümleri, I. Dünya Savaşı yıllarındaki katliamlarla sınırlı kalmamış, SSCB döneminde ve bu devletin dağılmasının ardından kurulan Ermenistan Cumhuriyeti döneminde de devam etmiştir. Doç. Dr. Yasin Aslan, "Ermenistan Tarihi Yol Ayrımında" isimli kitabında bu konuda önemli belgeler ortaya koymaktadır.

20 Şubat 2010 Cumartesi

İSTANBUL 2010 AVRUPA KÜLTÜR BAŞKENTİ, BİZANSI DİRİLTME ÇABALARI VE AYASOFYAYI KİLİSE YAPMA PLANLARI

  
“(Konstantin)İstanbul muhakkak feth olunacaktır. O’nu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve O’nun askeri ne güzel askerdir.”Hz.Muhammed (S.A.V.)

Tarih 1453 Peygamber övgüsüne mazhar olan kahraman ordu ve onun Türk Başbuğu kadim Roma’nın yeni hakimi Fatih Sultan Mehmet Han İstanbulu yeni almıştır. Atının toynaklarındaki çamur, dökülen haçlı kanı daha kurumadan ilk iş olarak atından inmiş, yaya olarak arkasında kahraman ordusu ile tekbirlerle Topkapıdan Ayasofyaya girmiş, Hristiyan ahaliye el aman vermiş ferman buyurmuş ve canılarını ve mallarını ve dinlerini dahi hürkılmış, sonrasında ise mahiyetindeki çerileri, akıncıları, sipahileri ve ulemaları ile birlikte Ayasofyada Fethi müyesser kılan Hak Teala Hazretlerine karşı el pençe divan durmuş, üç tekbirle kabeyi görerek ve sevinç gözyaşları dökerek iki rekat namaz kıldırmış, sonra ise ahaliye dönerek İstanbul milletimin Ayasofya ise benimdir diye ferman buyurmuş, kitabesine ise“Nefis kilise Ayasofya, kıyamete kadar cami olarak vakfedilmiştir. Bunu, Allah’a, ahirete, O’nun heybetine inanan hiçbir mahluk, sultan olsun, hakim olsun, bir mütegallibe olsun, değiştiremez. Vakıf şarlarını kim değiştirirse, Allah’ın, meleklerin, bütün insanların lâneti onların üzerine olsun. Yüzlerine bakan ve onlara şefaat eden hiçbir kimse bulunmasın.”diye yazdırarak bu günleri o günden görerek yazdırmıştır. Tarih 1 Şubat 1935'de ise Fethin ve Fatihin sembolü olan Ayasofya Camii Müzeye çevrilmiştir.

Son günlerde Ayasofya restorasyon çalışmaları adı altında Ayasofyanın kilise dönemine ait ikonaları ve mozaikleri gün yüzüne çıkartılmakta, haçlı güruhunca bilinçli bir şekilde Ayasofya Kilise olarak hazırlanmaktadır.Acaba Türk-İslam düşmanı Papa Benedic’in, ABD Başkanı Obama'nın, Ayasofyayı ziyaretleri birer tesadüfmüdür. İstanbulun 2010 Avrupa Kültür Başkenti olması, Fener Rum Patrikhanesinin Ekimenüklük iddasında bulunması, sözde Bizans hükümdarının Avrupa ülkelerinde devlet protokolü ile karşılanması ve ABD'nin Türkiyedeki azınlıklara güvenlik eğitimi adı altında askeri ve politik eğitim vermesi bütün bunlar neyi amaçlamaktadır. Yoksa ABD'nin, Vatikanın ve Avrupa birliğinin desteğiyle İstanbulda ikinci bir Vatikan’mı kurulmaktadır.Kilise olarakta Ayasofyamı hazırlanmaktadır.Nato müttefikimiz Avrupalı ortağımız Yunanistan her sabah eğitim gören çocuklarına Konstantini alacağız Ayasofyayıda diye boşunamı and içirmektedir.Ayasofyanın camiye çevrilmemesi için mi Ayasofya dünya kültür mirası olarak kabul edilmiştir. Haçlı güruh Roma’yı, Bizansı ve dahi dökülen haçlı kanını unutmamıştır. Ama Türk evladı sen Fatihi ve Fethin Sembolü Ayasofyayı unuttun. Fatihin ve İstanbul için kan döken can veren şehitlerin ve dahi sipahilerin ve dahi sahabelerin, Eyyub El Ensari hazretlerinin emanetine sahip çıkmadın ve çıkamadın Ayasofyayı ve İstanbulu omzunda bir rütbe gibi taşıyacağına sırtında bir kabur gibi taşıdın.Veyl olsun bize yazıklar olsun sana ve dahi bana…..

Eğer bir gün İstanbul yeniden fethedilmesi gerekirse yeniden fethedeceğiz

Dağlardan kızaklarla kalyonlar çektireceğiz,

Şahi topları ile kadim surlarını döveceğiz,

Ulubatlı Hasan misali burçlarına üç hilali dikeceğiz,

Bir Fatih gibi Tekbirlerle Topkapıdan Ayasofyaya gireceğiz,

Yine yeniden beş kıtaya, yedi iklime, adaletle hükmedeceğiz,

Ve Fatih’in çağlar ötesinden ahdını yerine getireceğiz.

Ahdettik vefa ettik söz olsun yemin olsun

Yeniden bir fetih ve bir Fatih olsun.... Türk'ün düşmanları kahrolsun.....Amin...


19 Şubat 2010 Cuma

TEŞKİLATI MAHSUSA VE TÜRK-İSLAM BİRLİĞİ


Gönlündeki yaraların kanını dindir, yüzde yüz Türk olduğun gün cihan senindir.

Teşkilat-ı Mahsusa örgüt olarak 1913 senesinde sahneye çıktı. Yani 1. Dünya Savaşı öncesinde. Dolayısıyla imparatorluğun harpte uğradığı yenilgiler üzerine direniş örgütlemek, istihbarat toplamak amacıyla kurulmuş bir teşkilat olduğu söylenemez. Mücadele sürecinde direniş de örgütledi; istihbarat da topladı ama esas kuruluş gayesi imparatorluğun fiilen hâkimiyetini kaybettiği topraklarda kontrollu çözülmesini sağlamak, İngiliz Milletler Topluluğu’na benzer biraz daha güçlendirilmişi- bir siyasi çatı oluşturmaktı.

Teşkilatı Mahsusa’nın düşünce planında İttihat Terakki’nin parti programında yer alan Panislamizm’den, Ziya Gökalp’in Türkçülük idealinden etkilenildiği su götürmezse de kimi yorumcular bu istikamette faaliyet gösterecek gizli bir örgüt teşkili fikrinin hakiki sahibinin 2. Abdülhamid olduğu kanısında. Abdülhamid’in İslam coğrafyasını yakından tanıyan İngiliz İstihbaratı’yla da münasebeti bulunan Macar tarihçi Armin Vanbery’le yaptığı görüşmeler, Macaristan’da toplanan ilk Turan Kongresi’ne gözlemci göndermesi ve orada seçilen idare heyetini İstanbul’da kabulünde yaptığı cesaretlendirici konuşma bu tür bir tahlile delil olmasa da ilham vermiyor değil. İttihat Terakki’nin İslamcı ve Türkçü bir politika belirlemesi, Talat Paşa’nın 1910 yılında Selanik’te yapılan gizli bir toplantıda Müslümanlarla gayri müslimlerin eşit olmadığını söylemesi ve Balkan Harbi sonunda gayrı müslimlerin Osmanlı’dan ayrılmasıyla başladı.

15 Şubat 2010 Pazartesi

TEŞKİLATI MAHSUSA VE HASAN TAHSİN(OSMAN NEVRES)


Teşkilat-ı Mahsusa üyesi Hasan Tahsin.
İzmir’de 15 Mayıs 1919’da işgal kuvvetlerine karşı ilk kurşunu atan, gerçek adı Osman Nevres olan gazeteci Hasan Tahsin’in Osmanlı’nın gizli örgütü Teşkilat-ı Mahsusa adına çalışırken, 15 Ekim 1914’te Romanya’da Buxton kardeşlere suikast düzenledikten sonra çekilen fotoğraf ve görüntüleri bulundu.

TEŞKİLATI MAHSUSA VE MİLLİ ŞAİRİMİZ MEHMET AKİF ERSOY


Cemal Kutay'a Göre Mehmet Akif

“Cemal Kutay'ın "Necid Çöllerinde Mehmed Akif" adlı bir kitabı vardır. Akif'in adeta bir destan kahramanı olarak yüceltildiği bir kitap. "Teşkilat-ı Mahsusa" lideri Eşref Sencer Kuşçubaşı'nın anlattıklarına dayanılarak yazılmıştır.”

“Bilindiği gibi Akif, Birinci Dünya Savaşı sırasında görevli olarak Almanya'ya ve Hicaz'a gitmişti. İngilizler ve Fransızlar, sömürgelerinden topladıkları müslüman askerleri, "İstanbul'u işgal edip halifeyi esir aldılar!" propagandasıyla aldatarak Osmalı Devleti'nin müttefiki olan Almanların üzerine sürüyorlardı. Batı cephelerinde yapılan muharebelerde Almanlar, yüz bine yakın müslümanı esir almış, bunlar için Vunsdorf yakınlarında özel kamplar inşa etmişlerdi. Bütün benliğiyle "İslam Birliği" idealine sarılmış olan Akif, kendisine Teşkilat-ı Mahsusa aracılığıyla gelen teklifi tereddüt etmeden kabul etti ve Almanya'ya giderek Tunuslu Şeyh Salih'le birlikte, farkında olmadan Osmanlı Devleti'ne karşı savaşan bu müslüman esirleri aydınlatmaya çalıştı.”

14 Şubat 2010 Pazar

TEŞKİLATI MAHSUSA VE BATI TRAKYA TÜRK CUMHURİYETİ



Teşkilat-ı Mahsusa Batı Trakya Cumhuriyetini Neden Teşekkül Ettirdi?

Teşkilat-ı Mahsusa ilk olarak 1909’larda şekillenmiştir. Çekirdek anlamındaki Teşkilat-ı Mahsusa 1911’de Bingazi’de Enver Paşa komutasında bağımsız birliklerle İtalyanlara karşı başarı göstermiştir. İstanbul’a kahraman olarak dönen Enver Paşa, I. Balkan Savaşı yenilgisinin ardından, Çatalca Savaşı’nda da başarısını tekrarlamıştır.

Bu savaşta Teşkilat-ı Mahsusa da katif bir şekilde rol oynamıştır. Teşkilat-ı Mahsusa, İttihat ve Terakki ile birlikte devletin içinde ve savaşın göbeğindedir. Başında da Enver Paşa’nın dostu olan ve çete savaşlarının uzmanı sayılan Süleyman Askeri Bey vardır. Teşkilat-ı Mahsusa tarih kitaplarında bulunmayan, anlatılmayan küçük vur-kaç eylemlerinin ardından, böylesine büyük bir eylemi başarıyla gerçekleştirebilmiştir. Bulgarların işgaline uğrayan bu bölgede 15 Ağustos 1913’te Kuşçubaşı Eşref ile Süleyman Askeri komutasında başlatılan direniş ve saldırı faaliyeti, 15 gün gibi kısa bir sürede ekibin istihbarattaki başarısı sayesinde sonuçlandırılır. Çünkü başındaki komutanların hepsi, özellikle Enver Paşa ve Süleyman Askeri bölge siyasetini, ekonomisini ve özellikle dil ve coğrafyasını çok iyi bilmektedirler.

Batı Trakya’da Bulgar işgaline karşı mücadele eden Teşkilat-ı Mahsusa kadrosu şöyle oluşmaktadır:

Kuşçubaşı Eşref(Sencer), Binbaşı Süleyman Askeri, yüzbaşılar; Kısıklı Cemil (Irak’ta şehit düştü), İlyas Seçkin (sonra general), Fahri (şehit oldu), Akalı Kasım, Beşiktaşlı Ekrem, İhsan Eryavuz, Çolak İbrahim, Kısıklı Ali Rıza, Hilmi, üsteğmenler; Manastırlı Halim (Irak’ta şehit düştü), Fuat Balkan (sonra yüzbaşı), Fahri, Şehreminli Sadık, Ömer Lütfü Suman, teğmenler; Beykozlu Reşat, Nişantaşlı Sıtkı (şehit oldu), Filibeli Halim Cevad, Beykozlu Hasan, Tahsin, Refik, Besim, sivil istihbaratçılar; Manastırlı Hüsrev Sami, Hacı Sami (Kuşçubaşı Eşref’in kardeşi), Çerkes Reşid (Çerkes Ethem’in kardeşi), Çakır Efe, Sabancalı Hakkı, Tatar Hasan, Karakaş İbrahim, Silahçı ,Hüseyin, Karagümrüklü Etem Nuri, Cihangiroğlu İbrahim (Kafkaslyalı), Giritli İsmail Kaptan, Mamaka Mustafa Kaptan, Said Kaptan. Tğm. İşkeçeli Arif (sonradan Garbi Trakya Hükümet-i Muvakkate’sinde faal). Teşkilat-ı Mahsusa, Meriç nehrinin ötesindeki bu eyleminde sadece toprak kurtarmakla kalmamıştır. İşinde usta olan her gizli servisin yapacağını yapmış ve aldığı topraklar üzerinde bir de geçici hükümet kurdurmuştur.

11 Şubat 2010 Perşembe

ARŞİV BELGELERİNE GÖRE ERMENİ MESELESİ(SÖZDE ERMENİ SOYKIRIMI)

ARŞİV BELGELERİNE GÖRE ERMENİ KONUSU

TÜRK TARİHİNE AİT YENİ SIRLAR -1- HZ.OSMANIN KILINCI VE

TÜRK TARİHİNE AİT YENİ SIRLAR


ZÜLKARNEYN (A.S) KİMDİR?

ORHUN KİTÂBELERİNDE GİZLENEN GERÇEK NEDİR?

HZ. OSMAN'IN KILICINDAKİ SIR NEDİR?

OSMAN GAZİ'NİN İLK ADI NEDİR, NASIL VE NİÇİN OSMAN OLMUŞTUR?

KÂBE'NİN ANAHTARLARI KİME EMANET EDİLMİŞTİR?

Harun Yahya - KABALA VE MASONLUK - Download Page

Harun Yahya - KABALA VE MASONLUK - Download Page

TARİHTEKİ TÜRK-İSLAM DÜŞMANLARI (3-MASONLUK)

YENİ MASONİK DÜZEN - Harun Yahya

MASKELİ TEHDİTLER

http://maskeliler.com/index.html

8 Şubat 2010 Pazartesi

TEŞKİLAT-I MAHSUSA (BOZGUNDA BİR FETİH RÜYASI)



Osmanlı İmparatorluğu'nun son on yılına imza atan örgüt, Teşkilat-ı Mahsusa'dır. Enver Paşa'nın emriyle İttihat ve Terakki'nin seçkin eylemcileri tarafından kurulan örgüt, Meşrutiyet'in ilanında önemli bir rol oynamakla kalmadı, İtalyanlar tarafından işgal edilen Libya'da, daha sonra Balkanlarda, Birinci Dünya Savaşı'nda ve Kuva-yı Milliye'de önemli rol oynadı.
Osmanlı İmparatorluğu'nun son on yılına imza atan örgütlerden biri Teşkilat-ı Mahsusa'dır. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin en seçkin fedai ve eylemcileri tarafından kurulan gizli örgüt, Meşrutiyet'in ilanında önemli bir rol oynamakla kalmadı, aynı zamanda İtalyanlar tarafından işgal edilen Libya'da, Balkanlarda ve Birinci Dünya Savaşı'nda inanılmaz bir direniş ve kahramanlık örneği sergiledi. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin yer altı faaliyetlerinde pişmiş olan eylemcilerden teşkil edilen "Özel Teşkilat" 1913'deki Babıali Baskını'nda da önemli rol oynadı. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin iktidar olmasıyla resmileşen ve uluslar arası nitelik de kazanan Teşkilat-ı Mahsusa, Hind kıtasından Afrika'ya, Orta Doğu'dan Balkanlara, Arap Yarımadası'ndan Orta Asya'ya uzanan İslam dünyasını Osmanlı etrafında birleştirmeyi amaçlıyordu. Teşkilat-ı Mahsusa'cılara göre Teşkilat, tanıdık bildik bir gizli servis, bir ajanlar topluluğu değildi. Onlar bir dava etrafında biraraya gelen, güçlerini ve yeteneklerini bu çerçevede birleştiren idealist-lerdi. Onların tek gayesi imparatorluğu ayakta tutmaktı. Hangi etnik kökene ve dine mensup olursa olsun, imparatorluk sınırları içinde herkese yer vardı. Sömürge altında yaşayan Müslüman halklar kendi istiklallerini kazanmalı ve kardeş ülkelerle dayanışma içinde olmalıydı.

7 Şubat 2010 Pazar

TEŞKİLAT-I MAHSUSA FEDAİSİ FAHREDDİN PAŞA VE MEDİNE MÜDAFAASI (FİRKAT)


"Günde bin kez ölmenin firkat komuşlar adını"

Medine Destani

Osmanlı Devleti 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması’nı yenilen taraf olarak imzalamış; bütün cephelerde savaş durmuş; Osmanlı birlikleri silah, cephane ve tesisatlarıyla Anadolu’ya nakledilmeye başlanmıştır. Bunun bir istisnası, Medine Seferi Kuvvetleri’dir. Medine Seferi Kuvvetleri, verilen emirlere rağmen teslim olmayı reddetmiş; bu sebeple de ateşkesin tarafları panik içine düşmüştür. Medine’yi muhasara eden Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah son derece tedirgindir. Medine içinde teslim olmak lazım geldiğine inanan, bir kısım zabit ve erat dahi bir an önce evlerine dönme arzusuyla doludur. Ne var ki Hicaz Seferi Kuvvetler Kumandanı, ‘Çöl Kaplanı’ lakaplı Fahreddin Paşa teslim olmamakta, “Peygamberin kutsal mevkiini İngilizlere ve yâranlarının himayesine terk etmem!” diye, diretmektedir.

TARİHTEKİ TÜRK-İSLAM DÜŞMANLARI (1-TAPINAK ŞÖVALYELERİ)



TAPINAKÇILARIN KARANLIK TARİHİ
Haçlı Seferleri her ne kadar Hıristiyan inancının bir ürünü olarak bilinse de, aslında temeli bütünüyle maddi çıkarlara dayalı olan savaşlardır. Avrupa’nın büyük bir yoksulluk ve sefalet içinde yaşadığı bir devirde, Doğu’nun ve özellikle de Ortadoğu’daki Müslümanların refah ve zenginliği, Avrupalıları özellikle de Kilise’yi cezbetmiştir. Bu cazibenin, Hıristiyanlığın dini öğretileriyle de süslenmesi sonucunda, dini görünüm altında, fakat gerçekte dünyevi amaçlara yönelik bir “Haçlı” zihniyeti ortaya çıkmıştır. Hıristiyanların, daha önceki devirlerde temelde barışçı bir siyaset izlerken, ani bir dönüşle savaşçılığa eğilim göstermelerinin asıl nedeni de budur.
Haçlı Seferleri’nin başlangıç noktası, 1095 yılının Kasım ayında, Papa II. Urban’ın başkanlığında ve üç yüz din adamının katılımıyla gerçekleşen Clermont Konseyi oldu. Bu konseyde o zamana kadar Hıristiyan dünyasında hakim olan barışçı doktrin terk edildi ve Haçlı Seferleri’nin temeli atıldı. II. Urban, Clermont Konseyi’nin sonunda, farklı toplumsal sınıflara mensup bir kalabalık önünde yaptığı konuşma ile bu durumu ilan etti.
Papa II. Urban bu meşhur söylevinde, Hıristiyanlardan kendi aralarındaki çekişme ve savaşları bırakmalarını istedi; zengin, fakir, “asil”, “köylü” herkesi tek bir bayrak altında birleşmeye ve “kutsal toprakları Müslümanların elinden kurtarmak için” savaşmaya çağırdı. Ona göre bu, “kutsal bir savaş” olacaktı.
Tarihçilerin iyi bir hatip olarak tanımladığı II. Urban’ın amacı, Hıristiyanları, Müslüman Türklere ve Araplara karşı kışkırtmaktı; bunda da başarılı oldu. Doğu’daki Hıristiyanların zor durumda olduğunu, hacıların taciz edildiğini ve engellendiğini, Hıristiyanlarca kutsal sayılan yerlere saygısızlık edildiğini iddia etti.1 Elbette bunlar gerçeklere tamamen aykırıydı.

30 AĞUSTOS VE KAHRAMAN TÜRK ORDUSU














30 Ağustos deyince, tabii, akla hemen Türk ordusu geliyor. Türk ordusunu düşününce de, insan, ister istemez geçmişin derinliklerine giderek bir savaşlar destanını gururla hatırlıyor.

Tarihimiz her şeyden önce bir kavgalar tarihidir. Eşsiz kahramanlıklarla, kumandanlık sanatının şaheser örnekleriyle dolu bir kavgalar tarihi ve tarihin seçkin ordusunun destanı…

Türk ordusunun ne zaman kurulduğunu, daha doğru bir deyimle, Türk savaşçılarının ne vakit ordu haline geldiğini, kesin olarak bilmiyoruz. Tarihin aydınlığına çıktığımız zaman ordumuz vardı. Hem de ne ordu?...Destana “Oğuz Han” diye geçen büyük imparatorumuz Tanrıkut Mete yahut Motun’un yarattığı o bulunmaz ve yenilmez ordu… Tanrıkut Mete, disiplinin bir ordu için yiğitlikten de üstün olduğunu anlamıştı. Tarihin en disiplinli ordusunu bu düşünceyle kurdu ve askerlerine öyle bir ruh aşıladı ki ne buyruk verse körükörüne yapılıyordu. O kadar ki, Tanrıkut buyruğu verdiği için servetleri olan atlarını ve sevgilileri olan nişanlıları ile evdeşlerini hedef yaparak vurmaktan çekinmediler.
Bugünün yumuşamış insanları, şüphesiz, böyle bir şeyi yapamaz ve yaptıramazlar. Fakat az kuvvetle çok iş yapmak, büyük devlet kurmak ve millet yaratmak isteyenlerin felsefesi de pörsük bir ruha dayanamaz. Tanrıkut Mete, Türk milletinin edebi disiplinini kurdu ve bütün dünyaya askeri disiplinin ne olduğunu, neler yapabileceğini gösterdi.
Disiplin, körükörüne itaattır ve körükörüne itaatta en büyük yaratıcı şuur gizlidir. Buhranlı anda, ölümün karşısında, tartışmakla hiçbir güçlük çözülemez. İtaat edilen yanlış karar bile, tartışılan doğru karardan daha verimlidir.
Mete’nin Hunlarının yiğitliğe ve nişancılığa ihtiyaçları yoktu. Lüzumundan çok cesur ve nişancı idiler. Mete, bu meziyetlere disiplini de ekleyerek Türk ırkını edebileştirdi.

MİLLİ DEĞERLER VE MİLLİ RUH


Yahya Kemal, Ziya Gökalp’la olan manzum bir şakalaşmasında: “Kökü mâzide olan atiyim” demişti. Bu dört kelimelik mısra, yaşamak kabiliyeti olan bütün milletler için değişmez bir düsturdur. Maziyi unutsak, atsak, inkâr etsek bile kökümüz, aslımız oradadır. Manevî kanımızda, yani ruhumuzda olan istidatların, iyi ve kötü her şeyin genleri oradan gelmektedir. Onları bilmek, kusurlu olanları düzeltmek milletteki yaşama inancının şartı, kanunudur.
Maziyi küçük görmekten hiçbir şey çıkmaz. Onu aşağılamak yanlış bir düşüncedir. Yeni doğmuş bebeği çirkin, akılsız, âciz diye sevmemek, onun sonra ne güzel bir şey olacağını düşünmeden yapılan nasıl bir haksızlıksa, kusurları olan maziyi sevmemek de öylece yanlış bir davranıştır.
Gerçi mazinin sisli ufuklarındaki şanlı ve büyük perdenin arkasında sönük ve korkunç başka perdeler de vardır. İnsanın henüz insanla hayvan ortası bir yaratık olduğu zaman hiç de övünülecek bir çağ değildir. Fakat ne yapalım ki bu böyledir. Yaratıcı kudretin bize çizdiği kaderdir. Onu değiştirmek kimsenin elinde değildir.
Övüncümüz, millet veya kavim olduğumuz zamanlardan başlar. Çünkü artık yasa içinde, düzenle, erdemle, yardımlaşma ile, teşkilâtla, fedakârlıkla, savaşta ölümü göze almakla yaşanan bir hayat başlamış, yaşamak güzelleşmiştir. Bu güzel hayatın da çirkin tarafları yok mudur? Elbette vardır. Fakat bir aksak mısra için güzel bir şiir nasıl atılamazsa, sesi çok çirkin olan bir kemancı kızın sanatı nasıl inkâr olunamazsa, bir ameliyatta hastayı öldüren birinci sınıf bir doktor nasıl büyük hekim olmaktan çıkmazsa bir millet de mazisindeki çirkin taraflar yüzünden sıfıra indirilemez.

GÖK SULTAN / ULU HAKAN


Toplumun en büyük haksızlığa uğramış tarihî şahsiyetlerinden biri, II. Abdülhamid’dir. Kendisinden önceki devirlerin ağır yükünü omuzlarında taşıyan, en güvenebileceği adamların ihanetine uğrayan ve dağılmak üzere olan içi dışı düşman dolu bir imparatorluğu 33 yıl sırf zekâ ve hamiyeti ile ayakta tutan bu büyük padişahı katil, kanlı, müstebit, kızıl sultan, cahil ve korkak olarak tanıtılmış, daima aleyhinde işleyen bu propagandanın tesiriyle de böyle tanınmış talihsiz bir insandır.
Daha ilkokul sıralarında belirli bir propagandanın tesirinde kalmaya başlayarak, yaşları ilerledikçe aynı telkinler ile büyütülen nesillerin, o propagandanın yalanlarını bir gerçek gibi benimsemelerinden tabiî ne olabilir?
Öğren yavrum ki On Temmuz bayramların en büyüğü,
Esir millet böyle bir gün zincirini kırdı, söktü.
Ondan evvel geçen günler, bilsen ne siyahtı.
Milletin her iyiliğini düşünecek padişahtı;
Halbuki o zaman sultan,insan değil, canavardı,
Canlar yakar, kan dökerdi, millet ondan pek bîzârdı!

gibi saçmalar, kim bilir hangi kırılası kalemlerle yazılarak okuma kitaplarına geçiyor, körpe beyinlere Sultan Hamîd düşmanlığı aşılıyordu.

OSMANLI PADİŞAHLARI



Edebiyat, tarih, coğrafya dersleri okutmakla güdülen gayelerden birisi de, gençlere, millet ve yurt sevgisi aşılamaktır. Bu işin hiç yalan söylemeden, gerçekleri değiştirmeden yapılması gerekir. Çünkü yalancılık üzerine kurulmuş yurtseverlik olamayacağı gibi, gerçeklerin değiştirilmesinden de hiç bir erdem doğmaz. Çocuklar, kendi edebiyatlarını ve tarihlerini okurlarken düşünürler, muhakeme yaparlar, sevinirler, kızarlar, beğenirler, tenkid ederler; fakat sonunda bütün zaferler ve bozgunları ile, iyi ve kara günleri ile Türk tarihi, Türk kültürü, Türklük sevgisi gönüllerinde yer eder. Hattâ bazan bütün o okunan cilt cilt kitaplardan, akıllarda hiç bir şey kalmaz da gönüllerde bir millî sevgi ve inanç kalır ki, istenilen ve beklenilen de esasen, odur.

Bir milletin çocukları, o milletin iyi oğulları ve kızları olabilmek için hem millî sevgi, hem de milli kin ile yetişmelidirler. Her milletin tarihî düşmanları vardır. Bir milletin çocukları kendi soylarına kötülük etmiş olanları bağışlayarak büyürse, onlara karşı hiç bir öç duygusu beslemezse, yahut kendine hizmet edenleri tanımaz da onları inkâr ederse, o millet yaşama hakkını kaybeder.

SEN BİR AZ GELİŞMİŞSİN (AYDIN İHANETİ)


"Kıt'aları ipek bir kumaş gibi keser biçerdik. Keller damlardı kılcımızdan. Bir biz vardık cihanda bir de küffar...
Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamları. İhtiyar dev, mazideki ihtişamından utanır oldu.
Sonra utanç, unutkanlığa bıraktı yerini, "Ben Avrupalıyım" demeğe başladı, "Asya bir cüzzamlılar diyarıdır."
Avrupalı dostları, acıyarak baktılar ihtiyara, ve kulağına: "Hayır delikanlı", diye fısıldadılar, "sen bir az-gelişmişsin."
Ve Hristiyan Batı'nın göğsümüze iliştirdiği bu idam yaftasını, bir "nişan-ı zişan" gibi gururla benimsedi aydınlarımız."
Cemil Meriç-Bu Ülke

DÜŞÜNCE ADAMI



Düşünce adamı bir zümrenin emir kulu değildir. Hiçbir merkezden talimat almaz. Bir partiye bağlı olmayabilir. Ama tarihe angajedir.
Yani vatandaş olarak vazifeleri vardır: Belli savaşları kabul etmesi, belli tehlikeleri göze alması lazımdır. Bir devrin şuuru olmak zorundadır o. Başlıca vazifesi: Bütün hakikatleri yoklamak, bütün yalanların maskesini yırtmak, kalabalığa doğruyu göstermek. Bazen yangın kulesindeki nöbetçi olacaktır, bazen engine açılan geminin kılavuzu. Sokakta insanlar boğazlanırken, düşüncenin asaletine sığınarak elini kolunu bağlamak, düşünceye ihanettir."
Cemil Meriç-Bu Ülke

BİR ÇAĞIN VİCDANI OLMAK İSTERDİM

"Bir çağın vicdanı olmak isterdim, bir çağın. Daha doğrusu bir ülkenin, idrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Muhteşem bir maziyi, daha muhteşem bir istikbale bağlayacak köprü olmak isterdim, kelimeden, sevgiden bir köprü. Sanat düşüncenin, düşünce mukaddeslerin emrinde olmalı. Hakikat mukaddeslerin mukaddesi.. Hakikat ve sevgi."
"Biz rüzgarların meçhul bir ülkeye, saadete sürüklediği birer gemiydik. Hakketmemişdik bu saadeti. Bir mucizeyi yaşıyorduk. Ve yaşıyoruz. Ne seni farkedecekler, ne beni. Ben kimseye benzemeyenim. Sen kimseye benzemeyensin."
Cemil Meriç-Bu Ülke

YENİLENMEK


İdeolocya Örgüsü isimli eserden;

- İslâm yenilenmez. Anlayışı yenilemek gerekir.
- Anlayış mı?.. Nurun aynadaki aksi… Aynayı yenilemek…
- Güneş yenilenemez, Göz yenilenir.
- İslâm, başı ve sonu olmayan ebedî yeninin ismi… Ona her ân biraz daha nüfuz etmektir ki, yenilik…
- “Bir günü bir gününe eş geçen aldanmıştır” hadisindeki sonsuz hikmettir ki, yeninin ve yeniliğin sırrını getirmiştir.
- Dava işte bu mânâda İslâm’ın yeni neslini yuğurmakta…

BİSMİLLAH HER HAYRIN BAŞIDIR