Sayfalar

PUSULA-2023

12 Ağustos 2013 Pazartesi

Ak Parti Vatan Toprağını Satıyor mu?


Prof. Dr. Şaban Şimşek / Habervaktim

12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto
Prof. Dr. Şaban Şimşek / Habervaktim

Ak Parti Vatan Toprağını Satıyor mu? (1)

29 Temmuz 2013 Pazartesi 02:32
Bu siteyi takip edenler geçen hafta ilginç ve kanımca aynı zamanda cesur, şöyle bir manşetle karşılaşmışlardı:“Hükümet'ten Bir Rekor(!) da Toprak Satışından.”
Altında da şu cümleler vardı: “Yabancıya toprak satışında rekor artış sağlayan düzenlemenin üzerinden yaklaşık bir yıl geçti. Bu kısa sürede vatan toprağı adeta yağmalandı. Öyle ki, bir önceki döneme göre yabancıya toprak satışındaki artış ile ülke tarihinin rekoru kırıldı… Mayıs 2012’de yürürlüğe giren yasayla birlikte patlayan satışlar, 6 aylık sürede 90 yıllık Cumhuriyet tarihinde yapılan toplam satışların yüzde 17’sini oluşturacak seviyeye ulaştı. Bu durumu halktan gizlemek adına Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü’nün resmi internet sitesinde bulunan yabancılara mal satışını il il gösteren menü 2012 yılı başından itibaren kaldırıldı. Gerekçe olarak ise AB uyum süreci çerçevesinde bu bilgilerin yayınlanmasının ‘anlamlı’ görülmediği belirtildi.”
Daha önceleri de birçok kez gündem olmuştu bu yabancılara gayrı menkul (Taşınmaz-toprak) satışı konusu. Ama doğrusu çok da üzerinde durmamıştım bugüne kadar. GAP arazilerinin İsrailliler tarafından satın alındığı, Ermenilerin şirket ve şahıslar aracılığıyla dedelerinin toprağı saydıkları bu yerlere tekrar sahip olmak istedikleri, Almanların, İngilizlerin özellikle güney sahillerimizin en güzel noktalarını kapıştıkları filan fısıltı halinde kulağıma geliyordu tabii.
Bu arada, konuyla alakalı olarak bir takım kanunlar çıkarıldığını, bunların çoğunun Anayasa Mahkemesi (AYM) tarafından uygun görülmediğini de duyuyorduk haberlerde. Ancak, CHP’nin, bu tür olaylara mal bulmuş magribi misali sarılması, hemen her konuda olduğu gibi AYM’ye koşması, bu yüksek mahkemenin de ideolojik yapısının belli olması dolayısıyla CHP’den gelen bu başvurularda hep talep yönünde karar vermesi, yani hükümetin aldığı kararları, TBMM’den çıkardığı kanunları anında iptal etmesi gibi mutat gidişat yanında, bir de olaylara“CHP bir şeyi istemiyorsa o iş iyidir(!)” mantığıyla yaklaşmam (Bu da, kabul etmeliyiz ki bizim önyargımız!) beni ilgisiz bırakmıştı konuya.  
Ama bu defa iddialar ciddi idi ve tabii iddia edenler de. Haberi benim için asıl anlamlı kılan ise Kadastro Genel Müdürlüğü’nün açıklaması: AB uyum süreci çerçevesinde bu bilgilerin (arazileri hangi yabancının, hangi ülke vatandaşının!)yayınlanmasının ‘anlamlı’ görülmediği…
Oldum olası gizliliklerden, perdelerden, duvarlardan hoşlanmam; şüphe uyandırırlar bende, samimiyetsiz bulurum onları. Bu yüzden gençliğimde bir ideolojik gruba dâhil olmadım (doğru dürüst, bir üstünün ve asıl liderin kim olduğunu, yani kime hizmet edeceğimi bilemeyeceğim için), kimse adına militanlık yapmadım; bu yüzden Demirperde ülkelerinin rejimlerine sempati duymadım, komünist olmadım; bu yüzden Filistin topraklarında, o toprağın gerçek sahipleriyle arasına 21.yüzyılın utanç duvarını inşa eden İsrail’i kınadım ve bu zalim devletin karşısında oldum. Ve bazı dostlarımız alınmasın, bu yüzden tesettür adı altında yüzü tamamen kapatan, dolayısıyla kimliği gizleyen kadın kıyafetine sıcak bakmadım, bakamadım.
Bu sebeplerle konuyu incelemeye, edineceğim bilgileri okuyucumla paylaşmaya ve eğer dikkatlerini çekerse tabii, “vatanı satmayacağına(!) peşinen inandığımız” Hükümet ve üyelerinin bizleri rahatlatacak açıklamalarını talep etmeye ve de ederlerse sizlere aktarmaya karar verdim.
Önce olayın tarihsel gelişimine şöyle bir bakalım:
Yabancıya mülk satışını, çok köşeli bir bakış açısıyla kapitülasyon (imtiyaz) olarak değerlendirenler de var. Bunları fazla ulusalcı, aşırı milliyetçi, her durumda zaten hükümete karşı olan gruplar, kişiler olarak görsek de kanımca söylediklerini tamamen göz ardı etmemek gerekiyor.
Malum Osmanlı ilk kapitülasyonu 1536’da Fransızlara vermişti. Zaman içerisinde imtiyazların içeriği ve imtiyazlı ülkelerin sayısı giderek arttı. Bu durum Anadolu insanının zaten bilmediği ticareti öğrenememesine, hep amele olarak kalmasına ve yabancı tüccarlar tarafından sömürülerek yoksullaşmasına neden oldu. Ekonomik dengeler bozuldu ve koskoca imparatorluk, yabancıların iç işlerini de etkileyebilecek müdahalelerine müsait hale geldi.
Bu bağlamda Osmanlı, 1860 yılında borç istemek için başvurduğu İngiltere’nin “yabancılara gayrimenkul satışı ve kiralanması” dayatması ile karşı karşıya kaldı. Bu dayatma 1867’de çıkarılan “İstimlâk Nizamnamesi” ile karşılık buldu ve yabancıların (kutsal topraklar dışında)gayrimenkul edinmelerinin önü açıldı. İngilizler bu sayede, birkaç yılda İzmir’deki tarım arazilerinin üçte birinin sahibi oldular. On yıl içersinde ise neredeyse Ege’deki tüm tarım arazilerin maliki İngilizlerindi artık.
Sonraki Yıllarda Çıkarılan Kanunlar:
- 1913’te; yapılan bir düzenleme ile yabancı şirketlere de gayrimenkul edinme hakkı verildi.
- 1914’de; bu satışlar savaş dolayısıyla yasaklandı.
- 1924’te; (Lozan Antlaşması gereği) yabancıların gayrimenkul edinme hakkı, mütekabiliyet (karşılıklılık) esasına uymak şartıyla tekrar verildi. Ancak çıkarılan “Köy Kanunu” ile köylerde arazi almalarına yasak getirildi.
- 1934’de; Buna paralel bazı düzenlemelerle Tapu Kanunu çıkarıldı.
- 1984’de; Gerçek kişilerin gayrı menkul almasının yolu açıldı.
- 1985’te; AYM bu kanunu anayasaya aykırı buldu. Ancak bu arada satılanlar da satılmış oldu. Bu dönemdeki en ses getiren işlem, İstanbul tarihinin simge alanlarından biri olan Sevda Tepesi'nin Birleşik Arap Emiri Zeyd'e satılmasıydı. Bu konu basında çok işlendi. Zamanın lideri Turgut Özal’a büyük eleştiriler yapıldı. Ama rahmetli nedense bütün bu eleştirilere göğüs gerdi ve dostum dediği Emir’i ilanihaye bu cennet köşesinin sahibi yaptı.
- 1986’da; Kanun küçük değişikliklerle tekrar çıkarıldı.
- 1986’da (aynı yıl); AYM tekrar Anayasaya aykırı buldu ve iptal kararı verdi.
- 2003’te; Yabancılara mülk satışlarını, tüzel ve gerçek kişilik olarak, 30 Hektar’a (300 dönüm) kadar serbest, bunu aşacak arazilerde de kararı Bakanlar Kuruluna bırakan yeni bir düzenleme yapıldı. Buna göre yabancıya mülk satışı köylerde de serbest oldu.
- 2005’te; AYM bunu da iptal etti.
- 2005’te; yeni düzeltmeler yapılarak yabancı ticari şirketlerin gayrı menkul edinmesine tekrar imkân sağlandı. Bu Kanuna göre yabancı gerçek kişiler ve kendi memleketlerinin kanunlarına göre kurdukları tüzel kişilikler (şirketler vs) sulama, enerji, tarım, maden, sit alanı, inanç ve kültürel özellikli yerler ile güvenlik nedeniyle stratejik sayılan alanlardaki satışlar Bakanlar Kurulu kararına bırakılmıştı. Yani yabancılara, buraları da bir şekilde satın alabilme imkânı sağlanmıştı!
- 2007’de; AYM yabancı gerçek kişilere satılacak taşınmazların 2.5 Hektardan (25 dönüm) 30 Hektara (300 dönüm) çıkaran ve bir ilin %5’ine kadar satışlara imkan veren Bakanlar Kurulu’nun yetkisini iptal etti. (Ancak, Kanun zaten şirketlere herhangi bir kısıtlama getirmediği için birkaç kişi bir araya gelerek şirket kuruyor ve istedikleri kadar araziyi, tabir-i caizse bu (sözde) yasağa rağmen kapatabiliyorlardı.)
- 2012’de; Tapu Kanununda yapılan değişikliklerle, mütekabiliyet esası da kaldırılarak yabancılara mülk satışının önü ardına kadar açıldı; üst sınır 2.5 Hektardan 60 Hektara çıkarıldı.
…Ve bütün bunlarla istenen sonuç büyük ölçüde elde edildi. Satışlarda piyasa tabiriyle “patlama” oldu. 2013’ün ilk altı ayında bir önceki senenin aynı dönemine göre % 89 artış sağlandı ve 720 milyon dolar elde edildi. Hedef; yılsonuna kadar 3 milyar, orta vadede ise 10 milyar dolar!
Kısmetse haftaya ilave bilgiler ve yorumlarla devam edeceğiz.

rof. Dr. Şaban Şimşek / Habervaktim

12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto
Prof. Dr. Şaban Şimşek / Habervaktim

Ak Parti Vatan Toprağını Satıyor mu? (2)

05 Ağustos 2013 Pazartesi 00:01
Önce, herhangi bir rakam vermeden ve yorum yapmadan, yabancılara mülk satışı ile ilgili olarak Özal Döneminde çıkarılan iki yasayı, anayasaya aykırı bularak iptal eden Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) gerekçesini okuyalım.
“Ülke devletin asli ve maddi unsurlarından biridir. Ülke olmadan devlet olmaz. Ülke devlet otoritesinin geçerli olacağı alanı belli eder.
Devlet, koruyucu unsur niteliği taşıyan üstün kudretine dayanmak suretiyle ülkede yerleşik olan ve devletin diğer maddi unsurunu oluşturan insan topluluğunun güvenliğini ve yararını gözetmek durumundadır.
Bu asli görevi nedeniyledir ki ülke üzerinde egemenliğe dayalı üstün bir hakka sahiptir. Toprak ile ilgili konuda insan haklarına saygılı, adil bir sınırlama devlet için nefs-i müdafaa niteliğindedir.
Ülkede yabancıların arazi ve mülk edinmesi salt bir mülkiyet sorunu olarak değerlendirilemez. Toprak devletin vazgeçilmesi olanaksız temel unsuru, egemenliğin ve bağımsızlığın simgesidir.
Belli bölgelerde toprak alacak yabancılar bu hükümlerden yararlanarak çoğunluk sağlayacak etkinlik kazanabileceklerdir. Bu yöndeki bir gelişme ile satılan, yabancılar tarafından mülk edinilen ülke toprağı ülkeden kopma durumuna gelebilecektir. Tarihte böyle olaylar yaşanmıştır. Arap topraklarında Yahudiler bu yolla etkinlik sağlamış ve bunun sonucu olarak burada İsrail devletini kurmaya başlamışlardır.
Bu nedenlerle ülke topraklarının satışına cevaz veren her iki madde de anayasanın devletin ülkesi ve ulusu ile bir bütün olduğunu saptayan başlangıç hükümlerine de aykırı bulunmaktadır.”
Evet, eskinin AYM’sinin (şimdi epeyce değiştiği için “eski” ibaresini kullandım!) gerekçesi böyleydi… Tamam, “eski AYM ekonomik anlamda fazla devletçi, ideolojik anlamda aşırı ulusalcı bir yapıya sahipti” de, şimdi, eğri oturalım doğru konuşalım; Allah aşkına, “vatan” kelimesine yüklenmiş manayı yüreğinde taşıyan bir insan bu fikirlerin hangisine itiraz edebilir?  Nesi yanlış bunun?..
Belki sadece “Toprak devletin vazgeçilmesi olanaksız temel unsuru, egemenliğin ve bağımsızlığın simgesidir.” cümlesindeki “vazgeçilmez”kelimesine atfedilen manayı tartışabilir o kadar. Bu da, yabancıya bir toprak (resmen ve ilelebet) satmakla, gerçekten bu topraklardan tamamen vazgeçilip geçilmediği, yani satılan bu topraklar üzerinde devletin hükümranlığının külliyen kalkıp kalkmadığı noktasında olabilir.
Peki, durum bu kadar net idiyse; AYM’nin bu kararını aşmak için yeni kanun çıkarılırken, (ister o taraftan ister bu taraftan) konuya duyarlı insanların endişelerini giderecek herhangi bir argüman ortaya konuldu mu?.. Bu millete“Satılıyorsa da toprağı sırtlarında götürmüyorlar ya kardeşim! Hem kasamıza sıcak para giriyor ve bununla da memleketi mamur kılıyoruz!”demekten başka bir açıklama yapıldı mı erk sahibi insanlar tarafından?..
Ben hatırlamıyorum, yapılmadı. O gün yapılmamıştı, bugün de (2012 de çıkarılan ve neredeyse “her şey serbest” diyen Tapu Kanunu’nu kast ediyorum)  yapılmadı.
Bu kadar ciddi bir konuda maalesef kamuoyunda yeterli bir tartışma ortamı da olmadı. Kısmen olduysa da bunlar milletin bir kesiminin meclisine hiç uğramadı… Dolayısıyla insanlar meseleyi idrak edemediler. Mesela ben bu satışlarla edinilen hakkın büyükelçiliklerin mülkü niteliğinde olduğunu, yani tasarruf babında o devletin toprağı olduğunu yeni öğrendim.
Öyle ya da böyle, sonunda kanun koyucular toplandı ve herkesin ortak malı olan, dedelerimizden miras vatan toprağının yabancılara satışına, hem de mütekabiliyet esası aranmaksızın ve neredeyse limitsiz, izin verildi. CHP bunu da(‘her zamanki gibi, diyeceğim’ ama burada CHP’ye hakkını veriyor ve‘diyemiyorum!’) AYM’ye götürdü. Ancak AYM eski AYM değildi; kendini yenilemişti(!) CHP’nin başvurusundaki iptal istemine sıcak bakmadı. Dahası eski AYM’nin “Bakanlar Kurulu’na verilen yetkileri yasayla belirleyin” şeklindeki hükmüne de itibar etmedi. 
Şimdi mutat bir vatandaş çıkıp da “ Yahu arkadaş, bu meselede, eski AYM’nin ideolojik anlayışında olanları bir tarafa bırakalım (Aslında bunu sözün gelişi böyle söylüyorum, bırakılamaz tabii.) misyon olarak size yakın olan, seçimlerde size oy veren ya da verme ihtimali yüksek olan vatandaşa da mı bir açıklama yapma gereği duymaz insan. Yani ‘siz zahmet etmeyin, ben sizin yerinize düşünüyor ve sizin düşünebileceğinizden daha iyisini yapıyorum zaten, başka ne istiyorsunuz?’ anlayışını mı layık görüyorsunuz bize” dese haksız mı olur?
Burada şu soruları sorsak fazla mı muhalefet etmiş, çok mu ileri gitmiş oluruz acaba!?: Bu insanlar kanuni hak ve sorumluluklara sahip birer reşit vatandaş değiller mi? Bu devlet, onlar adına, yine onlardan alınan yetkiyle yönetilmiyor mu? Kanunlar onların iyiliği için çıkarılmıyor mu? Cevap “evet” ise neden yeterli bilgilendirmeler yapılmıyor? Niçin sorulmuyor millete? Çocuk mu bu insanlar? Oyunu vererek körü körüne sözde şeyhine bağlanmış, kimliğini ona teslim etmiş tebâ mı bunlar? Var mı demokratik yönetimlerde böyle bir anlayış? Geçelim demokrasiyi filan İslam’ın ruhunda mevcut mu böyle bir şey?
Çok akıllı, ya da az akıllı herkes, Allah indinde kendisinden, ailesinden, geleceğinden ve ilintili olarak toprağından, vatanından sorumlu değil mi?Hesabını bizatihi kendisi vermeyecek mi tüm yaptıklarının? Bu dünyadan göçerken, ateşini de misk kokusunu da, ameline göre bizzat kendisi, şairin deyimiyle “-bile-“ götürmeyecek mi yalnızca mizan terazinin ölçü olduğu o sonsuzluk âlemine?
Şüphesiz inanan insanlar olarak bu sorulara “Tabii ki Evet” cevabı verilecektir, eminim. Kimsenin inancına dil uzatacak halimiz yok. Onu ancak Allah bilir ve öyle beyan ediyorsa öyledir.  Peki, o zaman Allah indinde öyle de İktidar indinde niçin böyle? Yani ortak değerler çok mu birbirinden farklı Allahın iktidarı ile siyasi iktidarın iktidarı arasında? 
Şimdi, bu durumda millet ne yapsın?.. Sayın Başbakanın sürekli vurguladığı üzere sadece seçim sandığını mı beklesin?.. Vatandaş “O zamana kadar toprak ayaklarımın altından kayıp giderse ne olacak? Sandık onları geri getirebilecek mi” diye sorarsa, ona nasıl bir cevap verilecek?
Bununla elbette Geziciler gibi (iyi niyetli ve tam da benim burada ifade etmeye çalıştığım üzere sadece iktidardan ‘adam yerine konulmayı’ talep edenleri tenzih ediyorum) sokağa düşmeyi kastetmiyorum asla, ama bu konuda insanlar birazcık olsun rahatlatılamaz mıydı? “Büyüklerimiz iyi düşünür, iyi bilir, iyi yapar” gibi edilgen babaerkil teslimiyetçi bir anlayıştan her vatandaşının değerli olduğu, (tabir caizdir!) adam yerine konduğu, ortak aklın işletildiği, devlet işlerinde açıklığın şeffaflığın hüküm sürdüğü, hesap verebilirliğin sadece seçim tarihlerine bırakılmayıp her daim gündemde olduğu katılımcı bir demokrasiye doğru küçük bir adım atılamaz mıydı?
Kötü mü olurdu böyle bir olgunluk, demokratlık, eskilerin tabiriyle âlicenaplık? Bu durumda seçim mi kaybedilirdi? Askeri darbe ya da sivil kalkışma mı olurdu yoksa!?
Yabancıya mülk satışında yeterli bir açıklama yapılmadığı gibi bir de “kim almış, ne kadar almış, kim satmış, kime satmış” gibi bilgilere ulaşmalara da sansür konmuş!? Allah aşkına, açıklığın, şeffaflığın temel düstur olduğu demokratik bir rejimde olacak iş mi bu? Bunları bilmeden oyunu kullanacak bir vatandaş demokratik seçim hakkını gerçekten kullanmış olacak mı?
Bu “farkındalığı olmayan oy”la demokrasinin temel gereğini gerçekten yerine getirmiş olacak mı? Böyle bir seçim, kamu vicdanında ve evrensel hukuk değerleri çerçevesinde, seçilene meşruiyet kazandıracak mı?..
Bunlara verilecek cevap, demokrasiyi içine sindirmiş insanlar için olsa olsa “Hadi canım sen de!” olur herhalde diye düşünüyorum.
Durum böyle olunca iş başa düşüyor tabii. Ne mi yapılıyor? Bazı rakamlar elde etmek için saha çalışması yapılıyor. Mesela, Didim’deki su faturaları inceleniyor ve 9 000 tane faturanın İngilizce basıldığı belirleniyor. Böylece araştırmacı “Haa demek ki burada bu kadar satış yapılmış” saptamasını yapmış oluyor!!! Bu arada küçük bir not olarak şunu da eklemeyi ihmal etmeyelim: Didim Belediye Başkanı bir CHP’li! Yani varın gerisini (diğer belediyeleri) siz düşünün artık. Eski bir radyo spikerinin deyimiyle, gerçekten “durum –şitelike- sayın seyirciler.” 
Valla, bütün bunlarla ne yapılmak isteniyor, mesela toplumda ille de hararet yükselsin, seçimlere matuf olarak kemikleşmeler olsun mu isteniyor, bilmiyorum. Eğer öyleyse, gerçekten kötü. Kahir çoğunluğu yalnızca huzur ve barış isteyen, bu kutsal vatan toprakları üzerinde bir arada kardeşçe yaşamayı çatışma kültürüne tercih eden millete reva görülecek şey değil bu?
Fırat kenarında koyundan kendini sorumlu tutan bir inancın temsilcisi olduğunu beyan eden siyasi erkin geldiği nokta burası olmamalı?
…Şimdi biz bunları, kısmet olursa devam etmek üzere gelecek haftaya bırakalım ve bu makalenin son sözünü, bizim için her şeyi düşünen (!) büyüklerimizi (naçizane tabii) düşünerek Namık Kemal’e bırakalım:
Senindir şimdi cezb-i kalbe kudret setr-i hüsn etme
Cemâlin ta ebed dûr olmasın enzâr-ı ümmetten

(Şimdi kalbi fethedecek güç sendedir, güzelliğini gizleme;
ki güzelliğin, milletin nazarından ebediyete kadar uzak kalmasın.)

Kısmet olursa, haftaya, konuya diğer ülkelerdeki durum, mütekabiliyet ve satış rakamları ile devam edeceğiz.


Prof. Dr. Şaban Şimşek / Habervaktim

12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto
Prof. Dr. Şaban Şimşek / Habervaktim

Ak Parti Vatan Toprağını Satıyor mu? (3)

12 Ağustos 2013 Pazartesi 00:37
Şimdi, yabancıya toprak satışında, diğer ülkelerdeki duruma şöyle bir göz atalım:
- İsviçre: Yabancıya toprak satışı yok denecek kadar kısıtlı.
- İsrail: Toprakların%80’i Yahudi Milli Sandığı ve devlete aittir. Bu toprakların değil yabancıya, kendi vatandaşına satışı dahi mümkün değildir. Kentsel yerleşim alanlarında %7-8’e kadar satış mümkün ama bu daha çok arazinin işletmecisi veya kiracısı olmak şeklinde.
- Polonya: Tarım ve orman arazilerinin yabancılara satışı (12 yıl boyunca) yasaklanmıştır.
- İngiltere: Toprakların kraliçeye ait olması nedeniyle yabancıya mülk satılamaz. Yabancılar sadece belli bir süre için kullanım hakkı elde edebilirler.
- İsveç: Yabancıların tarım arazisinde mülk edinmesi yasaktır.
- Yunanistan: Sınıra yakın bölgelerde ve adalarda taşınmaz satışı yasak. Bu yasak Yunan vatandaşları için de geçerli.
- Danimarka: AB üyesi ülkeler içinde en katı sınırlama yapan ülke.
- Rusya: Yabancıya toprak satışı yok.
- Bulgaristan: Yabancıya toprak satışı yok.
- Romanya: Yabancıya toprak satışı yok.
- Hırvatistan: Yabancıya toprak satışı yok.
- İran: Yabancıya toprak satışı yok.
- Almanya: Almanya'da geçerli bir pasaportu olan herkes taşınmaz alımı yapabiliyor ancak bu ülkede taşınmaz satın almak, ülkeye göç etme hakkını vermiyor! Ve hatta ülkeye giriş-çıkışlarda vize alma kolaylığı bile sağlamıyor!
- Belçika: Yabancıların taşınmaz alımında sınırlama yok.
- İrlanda: Tarımsal amaçlı arazi ile konut yapımı amaçlı alımlarda üst sınır var: 20 dönüm.
- İspanya: Askeri alanlar gibi hassas bölgeler dışındaki yerlerde yabancıların taşınmaz edinmesine yönelik herhangi bir kısıtlama yok. Bugüne kadar 2 milyon taşınmaz yabancılara satılmış durumda. Bu yönüyle İspanya Avrupa birincisi.
- İtalya: AB üyesi olmayan bir ülke vatandaşının, karşılıklılık ilkesi çerçevesinde taşınmaz edinmesi mümkün.
- ABD: Yabancıların taşınmaz edinmesini kısıtlayan federal ve eyalet düzeylerinde birçok düzenleme bulunuyor. Bunlar özellikle 11 Eylül saldırısından sonra daha da sıkılaştırılmış (Bunu ‘Müslüman’a yok’ şeklinde algılayabilirsiniz, ŞŞ).
- Kanada: Sınırlama bulunmuyor, ancak federal devlet ve İngiliz Kraliyet ailesine ait taşınmazların alım satımı yasak.
- Meksika: Yabancılar belirlenen yasak bölgeler dışında taşınmaz alabiliyor.    
- Çin: Bütün araziler devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Sadece belirli bir süre için kullanım hakkı veriliyor.
- Hollanda: Kuzey denizi kenarında yakın bölgelerin satışı yasak.
- Avusturya: Mütekabiliyet şartı aranıyor. Belli ölçülerde satış var.
- Fransa: Yabancılar için konut almada çok çekici gibi görünüyor. Ancak uluslararası vergi taşınmaz planlaması mevzuatı ve uygulaması ciddi sıkıntı yaratıyor.
Hulâsa, dünyada durum biraz karışık olmakla beraber anlaşılan şudur ki; hemen hiçbir ülkede tarım arazileri ülke vatandaşı olmayanlara satılmıyor. Satılıyorsa da çok kısıtlı miktarlarda satılıyor. Bazılarında, sanki istemeyerek satış yapıldığı (mütekabiliyetin getirdiği zorunluluk olsa gerek!) intibaını veren, bürokratik engeller çıkarılıyor. Buna karşılık yabancılar için kentsel yerleşim yerlerinde kat mülkiyetine sahip olma imkânı daha kolay. Ancak, ülkelerin tamamına yakını bütün bu hakları mütekabiliyet esasına bağlamış durumda.
Globalleşen günümüz dünyasında, her geçen gün, ticaretin sınırlarını kalkıyor (gümrük birlikleri, serbest ticaret bölgeleri vesaire), mal değişimlerinin kapsamı genişliyor, sermayenin serbest dolaşımı artıyor, çok ortaklı şirketler uluslar arası nitelik kazanıyor vesaire. Kısaca ülkeler arasında, neoliberal ekonomik düzenin önündeki engeller, karşılıklı olarak bir bir kaldırılıyor. Devletler bir araya gelip bu işleri kurumsallaştırıyor (AB, NAFTA, Şangay Beşlisi vs) ve birbirlerine sınırlarını açıyorlar. Ama bize ve bizim gibi gelişmekte olan (aslında çoğu gelişmemiş) ülkelere gelince iş anında değişiyor. Özellikle mülk edinme anlamında bizim sınırlar ardına kadar açılıyor ancak onlarınkisi kapı duvar. Bazıları bırakınız mülk edinmeyi, mülklerine adım bile attırmıyorlar; vize istiyorlar.
Bilindiği gibi mütekabiliyet kelimesi devletlerarası hukukta, karşılıklılık(ya da “karşılıklı aynı’lık”, ŞŞ) anlamında kullanılan yerleşik bir terimdir. Bir devlete doğru siz bir adım atarsanız onun da size doğru aynı büyüklükte bir adım atması; vatandaşlarına bir hak tanıdıysanız onun da sizin vatandaşınıza aynı hakki tanıması anlamındadır. Bu çerçevede, mesela bir masaya karşılıklı oturursanız bir tarafın sandalyesi diğerininkinden daha gösterişli ya da yukarıda olamaz vs.
Geçen haftaki yazımızda da bahsettiğimiz gibi yabancılara taşınmaz satışı için yapılan kanun düzenlemelerinde bu esas hep bir nirengi noktası olmuştur. İlk aranan olduğu ve çoğu kanunda da bulunduğu için bununla, “Ya kardeşim, mütekabiliyet esası var. Vatan elden gidiyor diye niye ortalığı velveleye veriyorsun? Karşılık olarak git sen de adamların memleketinden istediğin araziyi al” diyerek savunur kendisini satıştan yana olanlar!
Ama kazın ayağı pek de öyle görünmüyor. Hiçbir hukuki engel olmasa ve aynı zamanda uygulamada bir sorun çıkarılmasa(!) dahi mütekabiliyet esasından faydalanılarak yabancı ülkeden arazi almak kolay değil. Zira bunun için öncelikle yeterli bir ekonomik güce sahip olmak gerekiyor. Müslüman ve Türk olarak karşılaşacağınız satıcı tercihleri ve bürokratik engeller işin cabası tabii! İşte bunlara da mütekabiliyetin fiili karşılığı (“fiili mütekabiliyet”) deniliyor.
Fiiliyata geçiremedikten sonra, kâğıt üzerindeki mütekabiliyet hakkı olmasının da bir anlamı yok tabii. Belki züğürt tesellisi oluyor o kadar. Niçin mi?
Köyüne gitmek için otobüs bileti almaya parası olmayan vatandaşın uzay mekiğiyle aya gitme özgürlüğünün olması gibi bir şey bu!?.. Kaldı ki Türkiye’mizin İsrail’le, İngiltere’yle, ABD’yle, Suudi Arabistan’la, diğer Arap ülkeleriyle mütekabiliyeti yok. Biz oralardan zırnık arazi alamıyoruz ama Şeyh hazretleri gelip Boğaziçi’nin en güzel yerine konabiliyor, Yahudi-Ermeni şirketleri (Türklerle ortak ya da değil fark etmez!) Doğu’dan, Güneydoğu’dan istediği araziyi kapatabiliyor ya da İngilizler, Almanlar turistik yörelerin en güzel köşelerini (sadece ölünceye kadar değil öldükten sonra da çocuklarına bırakmak üzere!) sahiplenebiliyorlar!
Konunun en zoruma giden taraflarından biri de İngilizlerle olan ilişkimiz. Onlar gelip bizden on binlerce taşınmaz alıyorlar da biz onlardan bir karış toprak bile alamıyoruz! Niçin? Çünkü onların toprağı kraliçenin!!? Yani kendi milleti kadar soylu olmayanlara(!) “sizin yiyeceğiniz pasta değil bu” diyor haşmetlu asilzadeler!
Şimdi burada “Ya kardeşim onlarınki Kraliçe’nin Pastası da bizimki Yağma Hasan’ın Böreği mi?” desek çok mu yersiz kaçar? Mütekabiliyet aramaksızın bu işin önünü açmak için canhıraş uğraşan ama AYM’ye takılarak başarılı olamayan rahmetli Özal’a ya da bunu başararak bir anlamda Özal’ı da aşan Sayın Erdoğan’a karşı ayıp mı ederiz? Dinden çıkar, mürtet mi oluruz???
Bu arada… Özgürlükler ülkesi olarak bildiğimiz İsveç, Danimarka, İsviçre gibi ülkelerin yabancıya toprak satışında Avrupa’nın en cimrileri olması da gerçekten çok dikkat çekici. Üstelik bizim gibi dışarıda komşularıyla sınır sorunları, içeride farklı husumetli etnik yapılanmaları filan da yok? Demek ki yabancıya toprak satışı, pek de öyle özgürlüklerle paralel düşünülecek bir mefhum değil. 
Şimdi bütün bunları yazdıktan sonra… Maalesef tek sesli hale gelen “Yüzde Ellilik Türkiye Korosu”ndan “Sen de mi Brutus” sesini duyar gibi oluyorum!.. Ne yapalım, benimki de kader işte: Tayyib’in Fedai’liğinden Tayyib’in Brutus’luğuna. (“Sarıkız”cı Orgeneral Eruygur’un kulakları çınlasın! bkz; Prof.Dr. Şaban Şimşek, Ak Parti’nin Ölçü ile İmtihanı, s: XI-XIII, Barış Kitap, Ankara) O zaman, fedai diyen karşı grubun hedefindeydim, şimdi ise Brutus diyen beri grubun.  Oysa ben hep aynı benim; ne o zaman fedai idim ne de şimdi Brutus.
Ama şunun o korodakiler ve mayestro tarafından bilinmesini arzu ederim ki benim yaptığım, dün de aynı bugün de aynı; bir cümleyle, “eğriye eğri doğruya doğru” demek. Yani hakkı üstün tutmak, haklıyı savunmak; başka bir şey değil. Bunun için düşüncelerimi, fikirlerimi, araştırma sonuçlarını olduğu gibi ve herhangi bir maddi karşılık beklemeden ortaya koyuyorum. Diğer bir deyişle alenen ama meccanen satıyorum!
Çünkü ben bir Müslüman ve naçizane bilimle uğraşan bir insan olarak, bir malın zekâtının kırkta bir, yani yüzde iki bucuk ama bilginin-fikrin-ilmin zekâtının yüzde yüz olduğuna ve bu meyanda ilimin de bir namusu olduğuna inanırım.
Hulasa bunları yazmakla, öncelikle inancımın gereğini yerine getirmiş oluyorum. Kimseye düşmanlığım yok. Aksine ciddi bir emek vererek elde ettiğim bilgileri, oluşturduğum fikir ve öngörüleri, kendimce kılı kırk yararak uyarı ya da hatırlatma mahiyetinde, bir kısmı aynı zamanda dostumuz olan idarecilerimize ve milletimizin geneline sunuyorum. Anlayan anlar, anlamayana ya da beni ille de muhalif olarak görmek isteyenlere de “Allah feraset versin” diyorum. Başka ne yapabilirim ki?
Hadi, makaleyi bitirirken bizim korodaki dostlarımıza bir iyilik daha yapalım ve güzel bir şiirden duruma uygun bir beyit sunalım:
Durup ahkâmı nusret ittihâd-ı kalb-i millete
Çıkar âsâr-ı rahmet, ihtilâf-ı rey-i ümmetten
(Başarının hükmü milletin gönül birliği ile mümkündür,
Koruyucu eserler ise toplumun fikir ayrılıklarında ortaya çıkar.)
Kısmet olursa haftaya, çarpıcı rakamlar ve son tahlille konuyu noktalayacağız

6 Ağustos 2013 Salı

SURİYEDE MEVZİ KAYBEDEN PKK NIN VE ONUN YERLİ SÖZCÜLERİNİN ULUSLAR ARASI KAMOYU OLUŞTURMAK AMAÇLI SÖZDE KÜRT KATLİAMI OLDU DİYE ÜRETTİKLERİ YALAN VE DEZENFORMASYON HABERLERİ

06 Ağustos 2013 Salı 07:17
Suriye'de PKK Dezenformasyonu Son Hızla Devam Ediyor Esed yanlısı eylemler yapan PYD son dönemde İslamcı güçlere karşı yoğun bir dezenformasyon kampanyası başlattı.Suriye'de 3 yılı aşkın süredir devam eden devrim sürecine katılmayan ve zaman zaman Eset yanlısı eylemlerde bulunan PKK'nın Suriye kolu PYD son dönemde İslamcı güçlere karşı yoğun bir dezenformasyon kampanyası başlattı.
PKK yanlısı haber kaynaklarında Eset güçleri tarafından öldürülen Arap çocuklar Nusret Cephesi'nin öldürdüğü çocuklar olarak yansıtılırken örgütün milletvekillerinden Sırrı Süreyya Önder gibi isimlerin dezenformasyon kampanyalarına bizzat sosyal medyadan destek verdiği gözleniyor. 
PKK Milletvekilinden Dezenformasyon
PKK''nın siyasi kolu DTP milletvekili Sırrı Süreyya Önder 5 ay önce yaşanan Banyas katliamına ait bir görüntüyü İslamcıların Kürtleri öldürdüğü şeklinde sosyal medyadda yaydı. Oysa söz konusu fotoğraf Eset güçleri tarafından yapılan Banyas katliamına aitti. İnternete Banyas yazıldığınd bu resme ulaşılabiliniyor. 
İşte o fotoğraf:
 bqq6lwjcmaausl2.jpg
Fotoğrafın orijinali
0526c407-dab4-e211-b3d9-14feb5cc1801.jpg
***
PKK yandaşları Eset bombardımanında öldürülen bir Arap çocuğu da Nusra savaşçılarının öldürdüğü Kürt olarak sundu.
bqq5qphciaeiys4.jpg

Fotoğrafın orijinali  ve kaynağı  (Olay Deyruz Zor'da gerçekleşti)
adsiz.jpg
PKK'nın yayın organlarından Fırat News, ANF gibi haber kaynakları da Eset güçleri tarafından bombalanan bir Kürt yerleşimiinde yaşanan dramı Nusra Cephesinin bombardımanı olarak sundu. 
İşte o görseller:
***
PKK yayın organları İslamcı bir savaşçıya işkence eden bir Şebbiha'nın görüntülerini de Nusret Cephesi olarak sundu. İşkenceye uğrayanın Kürt olduğunu iddia etti. Haber sunumlarında oldukça İslam düşmanı mesajlar veren komünist dünya görüşüne sahip örgütün haber etiği konusunda oldukça prensipsiz davrandığı gözleniyor.
 Nusra savaşçısı olarak gösterilen Şebbiha:
 bqq5zhwcmae9dbe.jpg
***
Esed güçleriyle İslamcı direnişçiler arasında geçmişte yaşanan görüntüleri PKK ile yaşanmış gibi gösteren örgüt yandaşları internete PKK savaşçılarını kahramanlaştırıp Nusra'yı şeytanlaştıran onlarca video yükledi. İşte o videolardan biri:
***
PKK'nın Suriye kolu PYD'nin Nusra tarafından daha önce imha edilmiş paletleri tahrip olmuş bir tankı da ele geçirmiş gibi göstermeleri medya kaynaklarında alay konusu oldu.
PKK yandaşları bir hafta boyunca adeta medya timi şeklinde çalıştı ve onlarca yalan haber ile Suriye İslami direnişine karşı gündem oluşturdu. Bu süreçte örgüt militanlarının 5 ay önce Rakka şehrinde çekilen ve katliama ve tecavüze karışmış Eset subaylarının infazını gösteren bir videoyu da Kürt infazı şeklinde sunmaları dikkat çekti.
Abdulkadir ŞEN / incanews

BDP-KESK EYLEMİNDE FOTOĞRAF SKANDALI


 - 10 Ağustos 2013 18:32BDP ve KESK'in Rojava eyleminde kullandıkları fotoğraf bakın nereye ait çıktı...Hakkari'de, KESK Şubesi üyelerinin Rojava olayları için düzenlediği, BDP ile bazı sivil toplum temsilcilerinin de desteklediği yürüyüşte kullanılan fotoğrafın Erzurum depremine ait olduğu ortaya çıktı.

Hakkari'de önceki gün, Suriye'nin kuzeyindeki Kürt nufüsün yaşadığı Rojava'da yaşanan olayları kınamak amacıyla yürüyüş düzenleyen Kamu Emekçileri Sendikası (KESK) Şubesi üyeleri, açtıkları pankartla bir skandala imza attı.

ERZURUM DEPREMİNE AİT ÖDÜLLÜ FOTOĞRAFI KULLANDILAR

BDP ile bazı sivil toplum temsilcilerinin de desteklediği eylemde Erzurum depremine ait ödüllü bir fotoğrafın Rojava katliam görüntüsü olarak kullanıldığı otaya çıktı.

Söz konusu fotoğraflı pankartın arkasında yapılan basın açıklamasında "Rojava halkları, insanlıktan nasibini almamış ve tüm Suriye halkına ihanet eden çeteci grupların saldırılarına uğramaktadır" açıklaması yapılmıştı. Bu eylemde Hakkari Milletvekili Adil Zozani, Belediye Başkanı Fadıl Bedirhanoğlu, İl Başkanı Rahmi Kurt'un da aralarında bulunduğu BDP'liler de yer aldı.

4256512.jpg

FOTOĞRAF WORLD PRESS ÖDÜLLÜ

1155 kişinin hayatını kaybettiği 1983 Erzurum-Kars depreminde çekilen fotoğrafta, 5 çocuğunu kaybeden bir anne, çocuklarının çamurlu cesetlerinin başında feryad ederken görüntüleniyor. Bu kare ile muhabir Mustafa Bozdemir World Press Photo ödülü almıştı.
Kaynak: aktif haber