Sayfalar

PUSULA-2023

7 Şubat 2010 Pazar

TEŞKİLAT-I MAHSUSA FEDAİSİ FAHREDDİN PAŞA VE MEDİNE MÜDAFAASI (FİRKAT)


"Günde bin kez ölmenin firkat komuşlar adını"

Medine Destani

Osmanlı Devleti 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması’nı yenilen taraf olarak imzalamış; bütün cephelerde savaş durmuş; Osmanlı birlikleri silah, cephane ve tesisatlarıyla Anadolu’ya nakledilmeye başlanmıştır. Bunun bir istisnası, Medine Seferi Kuvvetleri’dir. Medine Seferi Kuvvetleri, verilen emirlere rağmen teslim olmayı reddetmiş; bu sebeple de ateşkesin tarafları panik içine düşmüştür. Medine’yi muhasara eden Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah son derece tedirgindir. Medine içinde teslim olmak lazım geldiğine inanan, bir kısım zabit ve erat dahi bir an önce evlerine dönme arzusuyla doludur. Ne var ki Hicaz Seferi Kuvvetler Kumandanı, ‘Çöl Kaplanı’ lakaplı Fahreddin Paşa teslim olmamakta, “Peygamberin kutsal mevkiini İngilizlere ve yâranlarının himayesine terk etmem!” diye, diretmektedir.


Türk Ordusu’nun I.Cihan Harbi’nde, Çanakkale ve Kut-ul Amere zaferlerinden sonra üçüncü önemli direniş destanı, ‘Medine Müdafaası’dır. Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın, “Sağlığında adını tarihe altın harflerle yazdıran komutan.” dediği Fahreddin Paşa ise bu destanın en büyük kahramanı, yakın tarihimizin en önemli kumandanlarındandır.

Osmanlı’nın tarihten çekilişinin bu son sahnesi, Türklerin Ortadoğu’daki misyonu ve tanzim edici idaresinin eseriydi. Mekke ve Medine yani Müslümanların kutsal toprakları, 1517’de Yavuz Sultan Selim Han tarafından Osmanlı idaresine geçmişti. Yavuz Sultan Selim Han kendisini Hicaz’ın ‘hâkim’i değil ‘hadim’i, yani hizmetkârı olarak nitelendiriyordu. Osmanlı’nın bölgedeki varlığı işte bu şuur ile tam 400 yıl sürdü. Hac ibadetinin güvenliği için İslam âleminin bu manevi başkentinin titizlikle korunması ve düzeninin sağlanmasına, özel bir önem veriliyordu. Bölgenin idaresi yerel emirlerce yürütülüyor, kutsal emanetlerin bakımı için de hazineden her yıl yüksek miktarda ödenek gönderiliyordu. Osmanlı, Hicaz bölgesini bütün dünya Müslümanları adına, gözbebeği gibi kollayıp, gözetmekteydi. Hâkimiyeti altında bulunan diğer kentlerden bir adım ilerde tuttuğu bu kutsal bölgeye, her konuda yardım elini uzatıyor; Hicaz Demiryolu gibi dev bir projeyi de yine bu dönemde hayata geçiriyordu.

Osmanlılar tarafından 17. asırda inşa edilen Ecyad (Yeri gelmişken şu bilgiyi de hatırlatalım: Kabe’ye hâkim bir tepede 23 dönümlük arazi üzerine inşa edilen kale, Ocak 2002'de Suudi Arabistan hükümeti tarafından yerine otel yapılmak için yıkılmıştır. Ehl-i Beyt Kuleleri adı verilen gökdelen oteller, Fransız Accor Grup tarafından işletilmektedir.), Fülfül ve Hindi kaleleri, I. Dünya Savaşı sırasında stratejik görevler üstlenecek; Hicaz, bu kalelerden düşmana direnecekti. Medine, I. Dünya Savaşı boyunca İstiklal Şairimiz Mehmed Akif’in Teşkilat-ı Mahsusa adına yürüttüğü faaliyetler, ‘Uçan Şeyh’ lakaplı Kuşçubaşı Eşref Bey’in Hayber Cengi ve Çöl Kaplanı Fahreddin Paşa’nın ünlü direnişiyle, şanlı tarihimize kaydedilecekti.

Necid bölgesinde devlete sadık kalmış olan İbnü’l Reşid ve İbnü’l Suud’u Osmanlı safında tutmak amacıyla, Riyad’a gizli bir heyet gönderildi. Mehmed Akif 1915 yılının başlarında, Teşkilat-ı Mahsusa’nın Başkanı Kuşçubaşı Eşref Bey’in idaresindeki bu heyete katıldı. Arabistan’ın Necid bölgesine yapılan ve 4,5 ay süren bu seyahatte Şeyh İbnü’l Reşid’e gerekenler söylenmişti.

Lakin 24 Mayıs 1916’da İngilizlerden maddi ve manevi müthiş bir destek alan Şerif Hüseyin ayaklandı. İsyana bölgedeki büyük aşiretler destek vermedikleri gibi; Arap Dünyası, Hindistan Müslümanları ve Kuzey Afrika’da önde gelen İslam âlimleri ve liderleri, Şerif Hüseyin’i ihanetle suçladılar. Arap İmparatorluğu vaatleriyle ayaklanan Şerif Hüseyin’in savaş boyunca vereceği tahribat ise küçümsenecek gibi değildi. Irak, Sina ve -kahvesinden değil, türküsünden bildiğimiz- Yemen cephesinde, düşman kuvvetlerine karşı başarılı bir savunma savaşı veren Türk Ordusu, beklenmedik bu düşmana karşı hazırlıksız yakalanmıştı.

1916 yılı başlarında Sina Cephesi’nde Kanal Harekâtı ve Irak’ta İngiliz işgali sürerken isyancılar Medine’ye saldırdı. İsyancılar, İngilizlerden sağladığı altın, silah, yiyecek ve askeri birlikler sayesinde 9 Haziran’da genel saldırıya geçerek; 16 Haziran’da Cidde’ye, 7 Temmuz’da Mekke’ye ve 22 Eylül’de de Taif’e girdiler.

. .

Fahreddin Paşa’nın savunduğu Medine dışındaki hemen hemen bütün merkezler asilerin eline geçmişti. Medine kuşatma altındaydı. 17 Temmuz 1916’da ordu kumandanlığına tayin edilen Fahreddin Paşa komutasındaki Hicaz Seferi Kuvvetleri, Medine kuşatmasını püskürttü. İngilizlerin büyük ümit bağladığı isyancı kuvvetler sayıca üstünlüklerine rağmen bozguna uğradı. Fahreddin Paşa fiilen katıldığı savunmanın ardından Medine’yi kontrol altına aldı.

Çöl Kaplanı Ömer Fahreddin Paşa, elinde bulunan son derece kısıtlı imkânlarla Medine’yi 2 yıl 7 ay müdafaa etti. Paşa, Şerif Hüseyin’in isyan gerekçesi olarak ittihatçı hükümetini suçlamasını ve Osmanlı’yı İngilizlerin yanında olmak varken karşı safta savaşa sokmasını eleştiren beyannamesine bir cevap yayınladı. Şerif Hüseyin’in şahsında tüm işbirlikçilere ibret olan beyannamede şöyle deniliyordu:

“Tarihi ve milli düşmanlarımız ve bunların işbirlikçileriyle hayat ve memat meselesine atıldığımız bir zamanda, İslam’ın güçlerini bölerek Müslümanlar arasında kan dökülmesine sebep olan asilerin bize hâlâ Müslümanlıktan ve İslam birliğinden söz etmesi hayret vericidir. İslam âleminin mevcudiyeti ve bekası için cihad ilanına mecbur kalmış olan devletimiz yanında; Cezayir, Fas, Trablusgarp, İran, Hindistan ve Rusya Müslümanlarının can verdiği şu tarihi günlerde, İslam’ın beşiği olan kutsal toprakları, Hazreti Peygamberin mukaddes kabrini İngilizlere çiğneten, altın ve paraya ibadet eden bu hainlerden her şey umulur…”

Osmanlı’nın, Filistin ve Hicaz’ı aynı anda savunacak gücü kalmayınca; Kudüs’ü kurtarmak için Medine’deki kuvvetlerin Filistin’e kaydırılmasına karar verildi. Medine’nin boşaltılması haberini alan Fahreddin Paşa, Cemal Paşa’ya şu telgrafı çekecekti: “Bu mukaddes şehri, Hazreti Peygamber’in Ravza-i Mutahhara’sını son dakikaya kadar muhafazayla, ecdadımızın Medine’ye, anavatanın kıblegâhına yerleştirmiş oldukları bayrağımızın bana kaldırtılmamasını kemali hürmetle istirham ederim.”

Fahrettin Paşa, hiç değilse Medine’nin savunması için kendisine bir alay askerin bağışlanmasını isteyecek; askeri strateji gereği Medine’nin boşaltılması kararını onaylayan Enver Paşa ise kendisiyle aynı manevi iklimi paylaştığı Fahreddin Paşa’nın çığlığına kayıtsız kalamayacaktı. Medine boşaltılmayacak ve sonuna kadar da savunulacaktı!

Osmanlı Hükümetinin Hicaz’ı kısmen boşaltma kararı alması üzerine, Fahreddin Paşa yağma ihtimaline karşı Medine’de Hazreti Peygamberin kabrinde bulunan mukaddes emanetlerin İstanbul’a nakledilmesini teklif etti. Çünkü Medine’nin İstanbul’la irtibatını sağlayan demiryolu kısmen yağmacıların eline geçmiş, ulaşımın zorlaşması ve Anadolu’yla irtibatın kesilmesi söz konusu olmaya başlamıştı. Teklifi hükümet tarafından kabul edilen Fahreddin Paşa, bir komisyon kurarak tek tek kontrol ettiği 30 parçadan oluşan mukaddes emaneti, 2000 askerin koruması altında İstanbul’a gönderdi. (Bugün Topkapı Sarayı’nda ‘Mukaddes Emanetler Bölümü’nde yer almaktadır.)

Fahrettin Paşa elinde kalan az sayıda kuvvetle hem bu çöl yolunu hem de Medine’yi müdafaaya devam etti. Fakat Hicaz Demiryolu’nun Medine’ye yakın olan Tebük – Medain arasındaki istasyonun düşman eline geçmesinden sonra Medine Kalesi isyancılar tarafından kuşatıldı. Hiçbir yerden yardım alamaz durumda olan halk ve asker arasında açlık ve hastalık hüküm sürmeye başladı. Hurmadan başka yiyebilecek hiçbir şey kalmamıştı. Medine açlıkla boğuşurken birden bire gökyüzünden çekirge yağmaya başladı. Herkes elde kalan bir avuç tahılın, hurma ağaçlarının mahvolacağını düşünerek çekirgelere korkuyla bakıyor; “Eyvah Medine şimdi bitti!” diye ah çekiyordu. Fahreddin Paşa ise Afrika’nın Sina’yı geçerek Medine’ye musallat olan çekirgelerini nimet olarak değerlendirmişti. Ona göre bu bir afet değil, göklerden gelen bir ikramdı.

Paşa, okuduğu eski kitaplar arasında, Hz. Peygamber döneminde de Hicaz’da böyle bir çekirge istilasının olduğunu ve Peygamberin çekirge ile ilgili bir takım hadislerinin bulunduğunu hatırladı. Bu hadisleri arayıp bulan Fahreddin Paşa, buradan hareketle çekirge yemenin sünnet olduğuna hükmederek bunu askerlerine aktardı. Çekirge kurusunu çerez gibi yerken, çekirge unundan ekmek yapıp günlerce bu şekilde beslendiler. Gökten yağan çekirgeler, Medine’deki Türk askerlerine gıda olmuştu.

Şam işgal edilmişti. Osmanlı İmparatorluğu Filistin, Lübnan, Suriye, Irak ve bütün Arabistan’ı fiilen kaybetmişti. 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Antlaşması aynı gün Sadrazam Ahmet İzzet Paşa imzalı acele bir telgrafla Osmanlı ordularına şöyle duyuruldu: “Dört seneden ziyade din ve namus uğrunda akıllara sığmayacak fedakârlıklar gösterildikten sonra içinde bulunduğumuz devletler birliğinin mağlubiyet ve büyük güçsüzlüğe uğraması Osmanlı Devletimizi, İtilaf Devletleriyle antlaşma yapmaya zorladı…”

Antlaşmanın bir maddesinde Hicaz ve Yemen’de bulunan Osmanlı kıtaları ve garnizonlarının en yakın İtilaf Devletleri kumandanına teslimi şartı bulunmaktaydı. Mütareke haberi değişik kanallardan Medine’ye yayıldığında, Fahreddin Paşa askerlerini ve Medine’nin ileri gelenlerini Haremi Şerif’te topladı. Mescid-i Nebevi’de toplanan herkes nefeslerini tutmuş halde Paşa’nın minbere çıkışını izliyordu. Fahreddin Paşa, Ravza-i Mutahhara’nın tam karşısındaki minberden Peygamberimizin “Ey Nas!” hitabıyla söze başladı:

“Ey Nas! Malumunuz olsun ki bu kahraman askerlerim, bütün İslam’ın manevi desteğiyle hilafetin göz bebeği olan Medine’yi son fişeğine, son damla kanına, son neferine kadar muhafazaya ve müdafaaya memurdur! Buna Müslümanca, askerce azmetmiştir! Bu asker Medine’nin enkazı altında ve nihayet Ravza-i Mutahhara’nın yeşil türbesi altında kan ve ateş içinde kırmızı bir kefende görülmedikçe, Medine kalesinin burçlarından ve nihayet Mescid-i Saadet minarelerinden ve yeşil kubbesinden al sancak alınamayacaktır! Allah-ü Teâlâ bizimle beraberdir! Şefaatçimiz O’nun Resûlü Peygamber Efendimizdir! Ey bütün tarihi eşsiz kahramanlıklar, şan ve şereflerle dolu Osmanlı ordusunun yiğit subayları! Ey her cenkte cihanı tir tir titretmiş, asla kimseye boyun eğmeyerek daima namus ve din borcunu kanıyla ödemiş yiğit Mehmetçiklerim! Kardeşlerim! Evlatlarım!.. Allah’ın huzurunda huşu ve vecd içinde gözyaşları döktüğümüz Peygamberimizin karşısında hep beraber diyelim ki; Ya Resûlullah, biz seni bırakmayız!”

I.Cihan Harbi bitmiş, Osmanlı orduları bütün cephelerden tahliye edilmişti. Bir tek Medine direniyordu. Fahreddin Paşa bu konuşmayı neye dayanarak yapıyordu? O, Balkan Savaşı gazilerindendi. Mondros Antlaşması’nın akıbetinin Bulgarlarla yapılan antlaşmaya benzemesini umut ediyordu. Balkan Harbi’nde Bulgarlar bize antlaşmayı Çatalca’da imzalatmışlardı fakat biz onlara sulhu Edirne’de yaptırmıştık. Paşa, İngilizlerin sözüne de güvenmiyordu. Bu düşüncesini 27 Aralık 1918’de Medine’deki karargâhında askeri erkâna şöyle açıklıyordu: “Anadolu’da bulunan 20 bin İngiliz esiri çoktan beri İngiltere’ye iade edildiği halde, İngilizler bizim Mısır’daki esir kardeşlerimizi; hatta kadın, çocuk ve ihtiyar acizleri bırakmamışlar ve üstelik bizi de esir almak istemişlerdir…”

Fahreddin Paşa, bu nedenle Ahmed İzzet Paşa’dan gelen emre net bir cevap vermedi. Aynı emir bu sefer Harbiye Nazırı Cevat Paşa imzasıyla 30 Kasım 1918’de yine İngilizler tarafından kendisine ulaştırıldı. Silah arkadaşlarına bu emri okudu ve şöyle dedi: “Hükümet, Medine’nin anahtarlarını bir İngiliz yüzbaşısına teslim et diyor. Böyle bir şey yapmaktansa silahlarımızla dövüşerek ölmek evladır. Buranın teslimi için yalnız harbiye nazırının ve hükümetin emri yetmez, mutlaka hilafet ve padişahın bir iradesi olmalıdır.”

Fahreddin Paşa gökyüzünü bir alev gibi kaplayan güneş altında, bir damla su için çatlak dudaklarıyla matara ağızlarına yapışan, Mehmetçikle birlikte bir destan yazıyor; Medine’den Milli Mücadeleye de taşınacak olan bir meşale yakıyordu. Paşa, teslim olmuyordu!

Saygın din bilginlerinden olan Haydar Molla; Akdeniz, Süveyş Kanalı ve Kızıldenizi aşıp Medine’ye vardı. Fahreddin Paşa’ya; “İrade istemiştiniz getirdim. Hatta halifemiz efendimizin ayrıca selamları var.” dedi.

Paşa, padişahın bu iradeyi mutlaka düşman baskısı altında verebileceğini düşünüyordu. Ve baskı altındaki irade beyanının hükmünün olmadığını söyledi. Haydar Molla, eli boş ve çaresiz İstanbul’a döndü.

Artık geri dönmeleri için İstanbul’dan da emirler değil birbiri ardına ricalar ve ricacılar geliyordu. Fahreddin Paşa, 5 Ocak 1919’da en yakın arkadaşı Albay Ali Necip’le hayatının en zor kararını verecekti. Arkadaşı, Fahreddin Paşa’ya sonuna kadar bağlı kalacaklarını ama Osmanlı’nın menfaatleri gereği artık teslim olmaktan başka çare kalmadığını, antlaşma maddeleri bütünüyle tatbik edilmezse İtilaf Ordusu’nun İstanbul’dan çıkmayacağını söyledi. Paşa, arkadaşını sessizce dinlemiş ve Osmanlı’ya zarar verme ihtimalinden korkmuştu. Çaresiz teslim olacaktı.

Osmanlı Devleti’nin silah bıraktığı Mondros Antlaşması’ndan sonra, 70 gün Medine’nin savunmasını terk etmeyen Çöl Kaplanı Fahreddin Paşa, 7 Ocak 1919’da “Seni nasıl bırakırım ben ya Resûllullah…” yakarışlarıyla Ravza-i Mutaharra’nın başında bekliyordu. Peygamber’le son kez vedalaşmaya giden Paşa, “Ben burada mücavir olarak kalacağım, Peygamber’in şefaatine sığınıyorum!” diyordu. Tam teslim şartları konuşulacakken Fahreddin Paşa’nın bu hareketi, yeni bir siyasi kriz doğuracaktı. Eşyaları arabaya yüklenmiş olan Paşa’nın eşyaları indiriliyor, bir doktor çağrılıp Paşa’nın hasta olduğu İngilizlere söyleniyordu. Asi bedeviler aniden ürken develerine, “Ne o, suda Fahreddin’i mi gördün?” diyorlardı. Fahreddin Paşa’nın mücavir olarak bile olsa, yaşadığı Medine’yi nasıl tam teslim alacaklardı?

Fahreddin Paşa’nın ziyaretine gelen silah arkadaşları, birbirlerine bakıp bir hamlede Paşa’nın etrafını sımsıkı sardı. Zira İngilizlerin, Paşa’nın teslim olması yönünde artık çok büyük bir baskısı vardı. Gözyaşları içinde Paşa’ya sarılan arkadaşları, kendisini hep birden kucaklayarak teslim aldılar. Ancak Fahreddin Paşa, kılıcını düşmana teslim etmiyor, Hazreti Peygamber’in mescidine emanet olarak bırakıyordu.

İngilizler tarafından önce Mısır’da daha sonra da Malta’da tutuklu bulunan Çöl Kaplanı Fahreddin Paşa, 1921 yılında serbest bırakılınca soluğu doğruca Sakarya’da, Mustafa Kemal Paşa’nın yanında alır. Mustafa Kemal Paşa, İslam ülkelerinden kurtuluş mücadelesine yardım gelmesini sağlaması için, kendisinin Afganistan’da görev almasını teklif eder. Böylece Çöl Kaplanı Paşa, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilk sefirikebiri olarak Kabil’de görev yapmaya başlar. Camilerde konuşmalar yaparak Afgan halkından büyük miktarlarda yardım toplar.

1926 yılında Anadolu’ya dönen Fahreddin Paşa, 1948 Kasım’ında İstanbul’da vefat eder.

Neden anılarını yazmıyorsun diye kendisine soranlara Paşa’nın verdiği cevap onun nasıl bir irade ve ruhun timsali olduğunu göstermeye yeter: “Ben sadece görevimi yaptım. Herkes zamanı geldiğinde vatana karşı olan borcunu yerine getirir.”

Çöl Kaplanı Fahreddin Paşa’nın şahsında tüm şehit ve gazilerimize Allah’tan rahmet dilerken; Medine Müdafaası’nda Paşa’nın komutası altında savaşan Üsteğmen İdris Sabih Bey’in şiiriyle, kahraman ecdadımızı bir kez daha vecd içinde selamlayalım:

“Unuttuk İlhan'ı, Kara Oğuz'u,

İşledik seni göz bebeğimize.

Bağışla ey şefî kusurumuzu,

Bin küsur senelik emeğimize.



Nedense kimseler dinlemez eyvah!

O kadar saf olan dileğimizi.

Bir ümmî isen de Ya Resûlullah,

Ancak sen okursun yüreğimizi.



Yapamaz Ertuğrul evladı sensiz,

Can verir, cananı veremez Türkler.

Ebedi hadim'ul haremeyniniz,

Ölsek de Ravza’nı ruhumuz bekler.”


Kaynak:

Fahreddin Paşa’nın Medine Müdafaası – Feridun Kandemir – Yağmur Yayınları

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder