Sayfalar

PUSULA-2023

20 Şubat 2010 Cumartesi

İSTANBUL 2010 AVRUPA KÜLTÜR BAŞKENTİ, BİZANSI DİRİLTME ÇABALARI VE AYASOFYAYI KİLİSE YAPMA PLANLARI

  
“(Konstantin)İstanbul muhakkak feth olunacaktır. O’nu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve O’nun askeri ne güzel askerdir.”Hz.Muhammed (S.A.V.)

Tarih 1453 Peygamber övgüsüne mazhar olan kahraman ordu ve onun Türk Başbuğu kadim Roma’nın yeni hakimi Fatih Sultan Mehmet Han İstanbulu yeni almıştır. Atının toynaklarındaki çamur, dökülen haçlı kanı daha kurumadan ilk iş olarak atından inmiş, yaya olarak arkasında kahraman ordusu ile tekbirlerle Topkapıdan Ayasofyaya girmiş, Hristiyan ahaliye el aman vermiş ferman buyurmuş ve canılarını ve mallarını ve dinlerini dahi hürkılmış, sonrasında ise mahiyetindeki çerileri, akıncıları, sipahileri ve ulemaları ile birlikte Ayasofyada Fethi müyesser kılan Hak Teala Hazretlerine karşı el pençe divan durmuş, üç tekbirle kabeyi görerek ve sevinç gözyaşları dökerek iki rekat namaz kıldırmış, sonra ise ahaliye dönerek İstanbul milletimin Ayasofya ise benimdir diye ferman buyurmuş, kitabesine ise“Nefis kilise Ayasofya, kıyamete kadar cami olarak vakfedilmiştir. Bunu, Allah’a, ahirete, O’nun heybetine inanan hiçbir mahluk, sultan olsun, hakim olsun, bir mütegallibe olsun, değiştiremez. Vakıf şarlarını kim değiştirirse, Allah’ın, meleklerin, bütün insanların lâneti onların üzerine olsun. Yüzlerine bakan ve onlara şefaat eden hiçbir kimse bulunmasın.”diye yazdırarak bu günleri o günden görerek yazdırmıştır. Tarih 1 Şubat 1935'de ise Fethin ve Fatihin sembolü olan Ayasofya Camii Müzeye çevrilmiştir.

Son günlerde Ayasofya restorasyon çalışmaları adı altında Ayasofyanın kilise dönemine ait ikonaları ve mozaikleri gün yüzüne çıkartılmakta, haçlı güruhunca bilinçli bir şekilde Ayasofya Kilise olarak hazırlanmaktadır.Acaba Türk-İslam düşmanı Papa Benedic’in, ABD Başkanı Obama'nın, Ayasofyayı ziyaretleri birer tesadüfmüdür. İstanbulun 2010 Avrupa Kültür Başkenti olması, Fener Rum Patrikhanesinin Ekimenüklük iddasında bulunması, sözde Bizans hükümdarının Avrupa ülkelerinde devlet protokolü ile karşılanması ve ABD'nin Türkiyedeki azınlıklara güvenlik eğitimi adı altında askeri ve politik eğitim vermesi bütün bunlar neyi amaçlamaktadır. Yoksa ABD'nin, Vatikanın ve Avrupa birliğinin desteğiyle İstanbulda ikinci bir Vatikan’mı kurulmaktadır.Kilise olarakta Ayasofyamı hazırlanmaktadır.Nato müttefikimiz Avrupalı ortağımız Yunanistan her sabah eğitim gören çocuklarına Konstantini alacağız Ayasofyayıda diye boşunamı and içirmektedir.Ayasofyanın camiye çevrilmemesi için mi Ayasofya dünya kültür mirası olarak kabul edilmiştir. Haçlı güruh Roma’yı, Bizansı ve dahi dökülen haçlı kanını unutmamıştır. Ama Türk evladı sen Fatihi ve Fethin Sembolü Ayasofyayı unuttun. Fatihin ve İstanbul için kan döken can veren şehitlerin ve dahi sipahilerin ve dahi sahabelerin, Eyyub El Ensari hazretlerinin emanetine sahip çıkmadın ve çıkamadın Ayasofyayı ve İstanbulu omzunda bir rütbe gibi taşıyacağına sırtında bir kabur gibi taşıdın.Veyl olsun bize yazıklar olsun sana ve dahi bana…..

Eğer bir gün İstanbul yeniden fethedilmesi gerekirse yeniden fethedeceğiz

Dağlardan kızaklarla kalyonlar çektireceğiz,

Şahi topları ile kadim surlarını döveceğiz,

Ulubatlı Hasan misali burçlarına üç hilali dikeceğiz,

Bir Fatih gibi Tekbirlerle Topkapıdan Ayasofyaya gireceğiz,

Yine yeniden beş kıtaya, yedi iklime, adaletle hükmedeceğiz,

Ve Fatih’in çağlar ötesinden ahdını yerine getireceğiz.

Ahdettik vefa ettik söz olsun yemin olsun

Yeniden bir fetih ve bir Fatih olsun.... Türk'ün düşmanları kahrolsun.....Amin...


ATATÜRK'ün Hakimiyet-i Milliye'ye Verdiği Röportaj:


"Patrikhane bir fesad ve hıyanet ocağıdır!

Bir fesad ve hıyanet ocağı olan ve memleketimize nifak tohumları eken, uyuşmazlıklar yaratan, Hıristiyan hemşehrilerimizin huzur ve refahı için de uğursuzluğa ve felakete sebep olan İstanbul Rum Patrikhanesi'nin artık topraklarımız üzerinde bırakamayız. Bu tehlikeli teşkilatı memleketimizde muhafazaya bizi mecbur etmek için ne gibi vesile ve sebebler gösterilebilir? Türkiye'nin Rum Patrikhanesi için arazi üzerinde bir sığınılacak yer göstermeye ne mecburiyeti var? Bu fesad ocağının hakiki yeri, Yunanistan değil midir? Büyük Millet Meclisi tarafından idare edilmekte olan yeni Türkiye, Babıali'nin taht-ı idaresindeki eski Osmanlı İmparatorluğu değildir. Yeni Türkiye şeref ve haysiyet, kudret ve kuvvetini müdrik ve hukukunu muhafaza için mevcudiyetini tehlikeye atmaya hazır ve amadedir."

Mustafa Kemal

Hakimiyet-i Milliye Gazetesi / 20 Ocak 1923

BİZANSI DİRİLTME ÇABALARI

İlk olarak 11 Şubat 1869'da ortaya çıkan ve Bizans tahtının yasal varisi olduğu gerekçesiyle Papa'ya asaletini onaylatan Prens Giovanni Antonio Lascaris Paleolog’in başlattığı girişim adım adım imparatorluğa gidiyor. Benzer asalet onaylarını mahkeme kararıyla İtalya, Fransa, İngiltere, Amerika ve Rusya'da da gerçekleştiren Paleolog hanedanı, AB’nin girişimleriyle dünyadaki tek Bizans sarayı olarak kabul edilen Edirnekapı’daki Tekfur Sarayı’nı da restore ettiriyor. 2010’a yetiştirilmesi öngörülen çalışmaların Türkiye için PKK’dan daha tehlikeli olduğunu kaydeden Aytunç Altındal, restorasyonların ‘Kültürel’ değil, ‘Siyasi’ olduğunu açıkladı.



Vatikan ve Hıristiyan ilahiyatı ile ilgili araştırmalarıyla ön plana çıkan araştırmacı-yazar Aytunç Altındal, tespitlerini ve gözlemlerini yıllardır yazarak ve anlatarak konuyla ilgili farkındalık sağlamaya çalışıyor. Ancak birçokları bunları kestirmeden, ‘Komplo teorisi’ olarak yaftalayıp es geçebiliyor. Açıkçası yakın bir geçmişe kadar biz de o es geçenlerdendik. Fakat Aytunç Altındal’ın yıllar önce yazdıklarının bugün gerçekleşiyor olmasını görmek paradigmayı değiştirmemiz gerektiğini gösteriyor bize. Yaşadıklarımız, yazılanların bize hiç de uzak olmadığını hatırlatıyor. Nedir bu gerçekleşen öngörüler? diyenler için hemen bir örnek verelim. İlk baskısı 2002’de yayınlanan, ‘Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri’ isimli eserinde Aytunç Altındal, Bizans tahtının yasal varisinin bulunduğunu ve bu varisin uluslararası mahkemelerce kabul edilebilecek bir üst makamdan; Papalık, Patriklik veya egemen bir kraldan ‘Fons Honorum’ diye bilinen bir yetki belgesi alarak resmi statü kazandığını yazıyordu. Altındal’ın kaydettiklerine göre 11 Şubat 1869'da Prens Giovanni Antonio Lascaris Paleolog, Bizans tahtının yasal varisi olduğu gerekçesiyle Papaya başvurarak kendisinden (Papa IX. Pius) ‘Fons Honorum’ almıştı. Roma Senatosu'nun zabıtlarına geçirilen bu girişimden kısa bir süre sonra, 27 Mart 1869'da karar İngiliz Asalet Sicili'ne işlendi. 27 Mart 1869'da Prens Gerolamo de Vico Lascaris Paleolog Roma Senatosu'na başvurarak İmparatorluk sıfatının Roma hükümdarlarının Altın Sicili'ne kaydedilmesini istemiş ve isteği de yerine getirilmişti. 3 Temmuz 1961 'de Florida'da bir mahkeme benzeri karar vermişti. 14 Kasım 1990'da Prens Henri Londra'deki "College of Arms" (Asalet Sicil Kayıt Okulu)'nda asaletini ve şeceresini belgelendirdi. Nihayet 16 Nisan 1991'de Fransız üst mahkemesi (La Cour de Cassation) Prens Henri'yi açtığı bir "Asalet verme davası'nda haklı bularak tasarruf hakkının kendisine ait olduğunu onaylamıştı. Ortada ne Bizans Tahtı ve ne de Bizans olmasına rağmen Prens Henri Paleolog adında birinin olmayan bir tahtın, olmayan bir devletin ve olmayan bir ordunun başındaki gerçek bir İmparator olduğunu İtalya, Fransa, İngiltere, Amerika ve Rusya'da mahkeme kararıyla onaylatabildiğine dikkat çeken Aytunç Altındal, bu durumun Türkiye için PKK’dan daha tehlikeli bir hal alacağını yazıyordu.

İmparator Tamam, Sarayı da Hazırlanıyor!

Aytunç Altındal’ın yazdıkları ışığında Fatih’te yaşananları değerlendirdiğimiz zaman yazılanların yabana atılacak şeyler olmadığını anlıyoruz. Kariye, Fethiye ve Zeyrek gibi camilerin müzeye çevrilmesi, Fener Balat’ın yeniden canlandırılması yanında dünyadaki tek Bizans Sarayı olarak da bilinen İstanbul Edirnekapı’daki Tekfur Sarayı’nın restore ediliyor olması dikkate değer gelişmeler. Edirnekapı ile Eğrikapı'nın arasında, yıkılmayıp da kalan surların dibindeki duvar kalıntılarından bir saray ortaya çıkarma gayreti başka nasıl değerlendirilmeli ki!

İmparator VIII. Mihael Paleologos 'un oğlu II. Anronikos Paleologos döneminde, 13. yüzyılın sonu ile 14. yüzyılın başında yapıldığı sanılan Tekfur Sarayı, Osmanlı döneminde farklı amaçlar için kullanılmış. 1864’te büyük bir yangın geçiren yapı, üç katta dört duvar olarak bugüne gelmiş. Ancak İstanbul'un '2010 Yılı Avrupa Kültür Başkenti' adaylığı çerçevesinde projenin tekrar gündeme alındığı ve gereğinin yapılmaya başlandığı anlaşılıyor. Çevresinde arkeolojik kazı yapılması ve bölgedeki diğer kültür unsurlarıyla ortaya çıkarılması hedeflenen restorasyonun 2010’a yetiştirilmesi öngörülüyor. Bizans eserlerinin turizme kazandırılmasıyla turizm gelirlerinin önemli oranda artacağının hesaplanmasına karşın Aytunç Altındal aynı kanaatte değil. Restorasyonların ticari olmaktan öte siyasi bir amaç taşıdığını belirten Altındal, şöyle devam ediyor, “Patrikhane, ne kadar tersini iddia etse ve Türkiye’deki bazı aklıevvel ‘İnternet Münevverleri’ bu yalanı gerçekleşmiş gibi yutturmaya çalışsalar da Patrikhane’nin ‘Devlet içinde Devlet’ olmak istediği kesindir. 1923’de Lozan Anlaşması imzalanmadan hemen önce Milletler Cemiyeti’ne RESMEN başvuruda bulunmuşlar ve ‘Devlet içinde Devlet’ olarak bütün dünyada tanınmak istediklerini bildirmişlerdi (Bu belge arşivimdedir, sırası gelince yayınlayacağım). Restorasyonlar ‘Kültürel’ amaçlı olduğu sürece yararlıdır, ama siyasi olduğu takdirde çok tehlikelidir. Türkiye’deki kilise restorasyonlarının ‘Siyasi’ olduğu kanısındayım, çünkü yurtdışındaki atayadigarı camiler bir bir yok edilirken Türkiye’de kiliselerin hem de cemaati sıfır olanların restore edilmesi siyasi değildir ne nedir?”

ABD Lozan’ı Tanımamıştı Zaten

Haliç’ten Deniz Kuvvetlerini çıkartıldığını kaydeden Aytunç Altındal, Fener Rum Patrikhanesi’nin karşısına tekabül eden alana yönelik HaliçPort projesinin düşünüldüğünü ve bununla Patrikhane’ye toprak kazandırmanın hedeflendiği belirterek, “Muhtemelen Türk ve Müslümanların bu bölgeye girmeleri de izne tabi olacaktır” uyarısında bulundu. Eylül ayında ülkemizi ziyaret eden ABD Dışişleri Bakanlığı’nın siyasi işlerden sorumlu müsteşarı Nicholas Burns’un daha gelmeden azınlıklarla ilgili yaptığı açıklamalar büyük tepki çekmişti. Patrikhane’yi ziyaret eden ve Karaköy’de bazı kesimlerle gizli görüşmeler yapan Burns’un neyi hedeflediğini sorduğumuzda Altındal şu cevabı verdi, “Anlaşıldığı kadarıyla TSK’ya düşman olan sözde sivil toplum örgütü diye bilinen paravan örgütlere ‘ABD ve CIA sizin yanınızdadır, korkmayın’ mesajını vermek, PKK’ya zaman kazandırmak ve Türk-İran ilişkilerini sabote etmektir.” Yeni anayasada Azınlık Hakları’nın ‘İmtiyaz’ haline getirilmeye çalışıldığına yönelik bir izlenim edindiğini ifade eden Altındal, Lozan anlaşmasının kazanımlarını kaybetmemek için anayasa çalışmalarında özellikle vakıflar konusuna çok dikkat etmek gerektiğini vurguladı.

ABD’nin Lozan anlaşmasına imza koymamasının başta Irak’ın kuzeyi olmak üzere Türkiye’nin geleceği için büyük bir tehdit olduğunu kaydeden Aytunç Altındal, “ABD, Lozan’ı tanımadığı için Türkiye’nin Güneydoğu ve Ermenistan sınırlarını da kabul etmiyor. Bu bakımdan çok büyük bir tehdit oluşturuyor” açıklamasını yaptı.

Kiliseler ve AB Ayasofya’yı İstiyor

4-8 Eylül 2007'de Romanya'nın Sibiu kentinde Avrupa Birliği ülkelerindeki tüm Kiliselerin temsilcileri 3. kez bir araya geldiler. Katolik, Protestan ve Ortodoks Kiliselerini temsilen 2000 delegenin katıldığı tahmin edilen bu çok önemli toplantıda Fener Patrikhanesi de üst düzeyde temsil edildi. Patrikhanenin delegeleri Türkiye'de Yargıtay'ın aldığı, “Patrik Ekumenik Değildir ve Olamaz” şeklindeki kararı eleştirerek böylesine uluslararası toplantıda Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm Kiliseler tarafından kınanmasını sağladı. Burada hangi kararların aldığını ve bu kararların Türkiye’yi nasıl etkileyeceğini Aytunç Altındal şöyle açıkladı; “Ekim ayında yayınlanacak olan AB’nin ‘İlerleme Raporu’nun Din ve Azınlıklar bölümünde Sibiu’da yapılan toplantıda alınan kararlara yer verilecektir. Bu karardan ikisi, 1- Ayasofya’nın Ortodoks ibadete açılması, 2- Patrik’in Ekümenliğinin T.C. devleti tarafından tanınmasıdır.”

Kasr-ı Arifan Dergisi


Bizans’ı hortlatma hazırlıklarına kim dur diyecek?

Feth’in 546. yıldönümünde, İstanbul’u, bizim İstanbul olmaktan çıkaracak, Müslüman-Türk kimliğinden koparacak, Fetih öncesi Bizans kimliğine dönüştürecek uluslar arası çok boyutlu oyunlarla karşı karşıya bulunuyoruz.

Bizans’ı hortlatmak için oynanan oyunlar yaklaşık bir asırdan fazla bir zamandır devam ediyor.

Hatırlanacak olursa İstanbul’da 1863 yılında Robert Koleji kuran ABD’li Papaz Dr. Cyrus Hamlin, okulun kuruluş felsefesini ve amacını şu meşhur sözüyle ifade etmişti: “Fatih İstanbul’a nereden girdiyse, biz de oradan gireceğiz.”

Gerçekten de Fatih’in İstanbul’a girdiği Rumeli Hisarının üstünde faaliyete başlayan Robert Kolej’de Osmanlıyı parçalayan ve yıkan isyancılar, yetişmişti. Osmanlı yıkıldıktan sonra Cumhuriyet döneminde de, bu okuldan yetişenler, yönetim kademelerinde ABD’nin ve Batı’nın Türkiye’ye yönelik stratejilerine uyumlu tutum ve davranışlar ortaya koymuşlardı.

Papaz Hamlin’in kurduğu okul, son zamanlarda Bizans’ı hortlatma faaliyetlerine de ev sahipliği yapıyor.

Robert Koleji’n devamı olarak kurulmuş bulunan Boğaziçi Üniversitesi’nde 1999 yılında Nisan ayında yapılan Bizans toplantısı buna bir örnektir. Bu toplantıyı Gazeteci Yazar Mustafa Necati Özfatura şöyle anlatıyor:

BOĞAZİÇİ’NDE İSTANBUL’U BİZANS YAPMA TOPLANTISI

“ Boğaziçi Üniversitesi’nin rektörlük binasında “Bizans İstanbul’u” (Byzantie Constantinople) isimli “Seminer” yapıldı. Seminerde her şey Bizans’ın renginde “mor” hakim idi. (…) Toplantıda İstanbul’u Bizans haline sokmanın krokisi dağıtıldı.” ABD Ortodokslarının kontrolünde yapılan konferansa Sırp, Yunan, İtalyan, Alman ve Amerikalı Bizans uzmanları (Bizantolog) katıldılar. Seminere Boğaziçi Üniversitesi ev sahipliği yaptı. Masrafları Yapı Kredi Bankası üstlendi. Türkiye Bilimler Akademisi ile “Fransız Anadolu Araştırmaları Akademisi” (İnstitu Français d’ Etudes Anatoliennes Enstitüsü) destek verdi. Gerçekleşen seminerde bol bol Hıristiyanlık propagandası yapıldı. Seminerde Ayasofya ve Kariye camileri gibi; Zeyrek Camii (Pamakoristos Kilisesi)nin de müze haline getirilmesi ısrarla istendi. Harvard Üniversitesi öğretim görevlisi İhor Sevçenko çay molalarında dolaylı olarak Bizans Hipodromunun ortaya çıkarılması için Sultanahmed Camii’nin yıkılmasını telkin etti. Aynı görüşü yıllar önce Mimarlar Odası görevlisi dolaylı değil, açıkça söylemişti. (İsmi arşivimizde mevcuttur) İstanbul Bizansı gibi Anadolu Bizansı’nın da ortaya çıkarılması istendi. Seminere katılan konuşmacılar (Bizantolog)lar semineri izleyen gençlere Yunanca öğrenin, Bizans’ın eserlerini inceleyin ve Bizans’la barışın çağrısını yaptılar...” (1)

BİZANS’IN SON TEMSİLCİSİ SON İMPARATORU TAÇ GİYDİ

Aytunç Altındal’ın, “Tapınak Şövalyeleri” adlı kitabının arka kapağında, 23 Haziran 1997 tarihinde, Moskova’da Kremlin Sarayı’nda gerçekleştirilen Bizans’la ilgili bir toplantının fotoğrafı vardır. Bu toplantıda, Bizans Hanedanı’nın son temsilcisi sayılan bir kişi Bizans İmparatoru olarak taç giymiştir. Altındal bu fotoğrafla ilgili şunları söylemiştir:

“Bu çok önemli bir fotoğraftır. Şurada gördükleriniz Tapınak Şövalyeleri, burası Moskova Kremlin, beyaz imparatorluk üniformasıyla son Bizans tahtının varisi ve temsilcisi olarak Bizans İmparatoru Prens Lascaris Paleolog…. Kendisine taç giydiriliyor.” (2)

“İstanbul’daki Bizans tahtının yasal varisi olduğunu iddia eden ve bu iddiasını da İtalya’da, Fransa’da, İngiltere’de, Amerika’da ve Rusya’da mahkeme kararlarıyla kabul ettiren bir İmparator vardı (…) Ortada ne Bizans tahtı, ne de Bizans vardı, ama Prens Henri Paleolog adında biri, olmayan bir tahtın, olmayan bir devletin, olmayan bir ordunun başındaki bir imparator olduğunu mahkeme kararıyla tevsik edebilmişti.”(3)

“Prens Henri Paleolog, Konstantin Tarikatı’nın Büyük Üstadıydı.(…) Konstantin Tarikatı halen dünyadaki en güçlü dinsel ve askeri tarikatlardan biridir. Son İtalya devlet başkanı Franceskco Cassiga bu tarikatın üyesiydi. Halen Avrupa Birliği’nde ve Parlamentosu’nda görevli bir çok diplomat, eski bir NATO Genel Sekreteri ile bir çok Lord ve Avam Kamerası üyesi de bu askeri tarikatın “Biraderleri” arasındadırlar.(…) Vatikan’daki en az 20 Kardinal, 9 Nobel Ödülü sahibi bilim adamı,dahası 6 kral ve Taht Varisi (…). ve son olarak iki de CIA Başkanı var. Onlar da bu Konstantin Tarikatı’nın üyesidirler.”(4)

Görülüyor ki, yeniden hortlatılmağa çalışılan Bizans devletinin hazırlıklarına tüm Batı dünyası arka çıkıyor ve destek veriyor.

Avrupa Birliği’nin, Bizans hedefinin gerçekleştirilmesi konusundaki stratejileri, Türkiye ile resmi ilişkilere ve görüşmelere yansıtılmıyor. Türkiye’nin üye yapılmayacağı konusundaki esas emellerin ve niyetlerin ikili ilişkilere yansıtılmadığı gibi… Ama Avrupa Birliği’nin İstanbul’da eski Bizans’ın yaşadığı bölgelerin Bizans zamanındaki özellikleriyle restore edilmesi için krediler vermesi, Avrupa Parlamentosu kararlarında İstanbul’dan Fetih öncesi ismiyle “Konstantinopolis” diye söz edilmesi, AB’deki gizli Bizans emellerini açığa çıkarıyor. (5)

ABD’NİN HAZIRLADIĞI “ÜÇ İSTANBUL PROJESİ”

Bilindiği gibi, Fatih’in İstanbul’u fethettiği sırada Bizans’ın bulunduğu alan, bugünkü “Sur içi” denilen bölgeden ibaretti. Son yıllarda bu bölgenin Bizans dönemi özelliğiyle ihya edilmesi amacıyla ABD ve Batı tarafından destekli projeler gündeme getirilmiştir. “Üç İstanbul Projesi” bu projelerden birisidir. Bu proje Tansu Çiller’in Başbakanlığı sırasında ABD Başkanı Clinton tarafından Ankara’ya önerilmişti/dayatılmıştı.

Araştırmacı Yazar Uğur Yıldırım bu konuda şunları naklediyor:

''...kamuoyu, Clinton'ın 'tavsiyeleri'nin ayrıntılarını, dönemin başbakanı Tansu Çiller'den öğrendi. Çiller İstanbul'u 'megaköy' ilân etti; başta 'Sabah' gazetesi olmak üzere, 'büyük basın'(!) günlerce, İstanbul'un kangrenleşmiş sorunlarından, 'varoşlar'dan söz etti; çareyi, yine Çiller açıkladı; Clinton'ın önüne koyduğu, Amerikalı uzmanlarca hazırlanmış, 'Üç İstanbul Planı'...''

''...ABD uzmanlarının hazırladığı plan, İstanbul'u üçe bölmeyi amaçlıyor; plana göre, Anadolu yakası, bütünüyle yerleşim alanı olacak ve kentin nüfus ağırlığı buraya kaydırılacak. Haliç'in doğusunda kalan ve 'Pera' (Beyoğlu) diye anılan bölüm, finans, ticaret, sanayi ve yerleşime ayrılacak. (buraya dikkat!) Haliç'in batısında, surlar içinde kalan en eski kesim ise, ABD, Avrupa Birliği, Avrupa Ülkeleri, Dünya Bankası, Dünya Kiliseler Birliği ve UNESCO'nun, maddi ve siyasi desteğiyle, 'Dünya Kültür Kenti'ne dönüştürülecek; bu amaçla surların içi aşamalı olarak boşaltılacak ve 'Bizans Özelliği' öne çıkarılan bir 'Açık Hava Müzesi' olacak!..''

''...ABD Planı'na göre, uzun vâdede, devlet içinde ayrı bir devlet haline gelecek Patrikhane 'egemenlik alanını' surların dışına, bütün Trakya'ya taşıyacak...'' (6)

BİZANS FAALİYETLERİNDE PATRİKHANE’NİN ROLÜ

Bilindiği gibi, İstanbul`un 16 Mart 1920`de itilaf devletleri tarafından işgal edilmesinden sonra, patrikhaneye Bizans`ın çift başlı kartal armasını taşıyan bayrağı çekilmişti. (7) Fener Patrikhanesi Bizans`ın çift başlı kartal armasını bugün de kullanmaktadır. Nitekim Fener Rum Patriği Partholomeos, Gezilerinde elinde taşıdığı “asa”sının kabzasında çift başlı Bizans kartalı (Bizans bayrağının arması) vardır.

1995 yılının Eylül ayında gerçekleştirilen Fener Rum Patriğinin öncülük ettiği “Vahiy ve Çevre Sempozyumu”, Bizans şovlarıyla gerçekleştirilen ilginç bir toplantıdır. Toplantı günü Patmos Adası, Sizans ve Yunanistan bayraklarıyla donatılmıştır. Fener Rum Patriğini Patmos Adası'na götüren Yunanistan'ın sağladığı "Aleksandros" (İskender) adlı yat, Çanakkale Boğazı'ndan çıktıktan sonra iki Yunanistan savaş gemisince karşılanmış ve törenin yapılacağı adaya dek kendisine eşlik edilmiştir. Patrik, devlet başkanı protokolüyle karşılanmış, 21 pare top atılmış, Yunan marşı çalınmış ve bir Korgeneralin eşlik ettiği askeri kıtayı teftişi sırasında, askerleri selamlarken, elindeki haçı havaya kaldırarak onları kutsamıştır. Ertesi gün, 24 Eylül 1995 sabahı bir manastırda yapılan çok gizli toplantıya yalnızca Avustralya, Amerika, Kıbrıs Rum Kesimi, Sırbistan, Orta Doğu ve Afrika'daki Ortodoks kiliselerin Patrik ve Başpiskoposları katılmışlardır. Toplantının yapıldığı bina askeri kordon altına alınmış ve hiç kimse yaklaştırılmamıştır.

Program’da Yunanistan askerinin ve savaş gemilerinin görev alması, Bizans’ın hortlatılmasının, Yunanistan Genelkurmayının stratejik bir hedefi olduğunu gösteriyor.

20-28 Eylül 1997 tarihlerinde yapılan “Din, Bilim ve Çevre Sempozyumu”nda da Bizans motifleri hakim olmuştur. Sempozyum, Yunanistan bandıralı El. Venizelos Gemisi'nde gerçekleşmiş ve ilk durak olarak Trabzon Limanı seçilmiştir. Programda Türkiye’den İş adamı Rahmi Koç ve Çevre Bakanı İmren Aykut da hazır bulunmuştur. Toplantı sırasında Pontus haritası dağıtılmıştır. Bu harita Türkiye’nin Doğu Karadeniz bölgesinin Pontus devleti şeklinde gösterildiği bir haritadır. Bu olay, Fener Rum Patriğine ve programın diğer öncülerine karşı, Trabzonluların kitlesel protestolarına neden olmuştur. Bakan İmren Aykut bu protestolar üzerine Patrik Bartholomeos’dan özür dilemiş (8) ve kimden yana olduğunu göstermiştir. (İmren Aykut’un kimden yana olduğunu gösteren bir başka mahareti de, Türkiye’yi bir Hıristiyan ülkesi olarak gösteren bir harita yayınlamasıdır.)

28 Eylül 1997 günü Sempozyum’un son safhası olan Selanik'te, Bizans döneminde inşa edilmiş olan Ayios Dimitrios Kilisesi'nde yapılan, Patrik Bartholomeos'un yönettiği dinsel törende, Selanik Kilisesi'nin Başpapazı “Hz. İsa'nın tutsak İstanbul'u Türk işgalcilerin ellerinden kurtarması” için dua etmiş, “Doğu Roma İmparatorluğu'nun (Bizans’ın) merkezi olan İstanbul'daki Patriklikte gerçekleştirilemeyen bu törenin Doğu Roma İmparatorluğu'nun ikinci başkenti olan Selanik'te yapılmasının büyük anlam taşıdığını” belirtmiştir. Bartholomeos dinsel töreni, üzerinde çift başlı Bizans kartalı bulunan altın kaplamalı bir tahttan yönetmiştir.(9)

PATRİKHANE ÇEVRESİNDE ESRARENGİZ EMLAKÇILIK

2001 yılı ortalarında Fener Rum Patrikhanesi civarında evlerin hızlı bir şekilde el değiştirdiği tespit edilmiştir. Hazine’ye ait bir binada oturan bir kişi, Başbakanlığa gönderdiği ihbar mektubunda, “Fener Gönüllüleri Derneği” kurucularının, kendisini oturduğu binayı boşaltmaya zorladığını bildirmiştir. Mektupta, bu kişilerin Rum Patrikhanesi yakınındaki evleri ucuza satın alıp vekaletle başkalarına sattığını ihbar etmiştir. Bölgede oturanları kandırdığı iddia edilen dernek üyelerinin şahsi servetlerinin bir yıl içinde milyarlarca liranın üzerine çıktığı ifade edilmiştir. İhbar üzerine yapılan ilk incelemelerde, durumun İstanbul Emniyet’i ile Fatih Cumhuriyet Savcılığı’na bildirilmesi kararlaştırılmıştır. İhbarda şu iddialara yer verilmiştir: "Türkiye’den göçmüş olan Rumlar adına alınıyordu. Ve Türkiye’nin AB’ye üye oluşu sürecinde, Patrikhane’nin bulunduğu bölgenin ileride Vatikan gibi dini bir merkez haline getirilmesinin altyapısı hazırlanıyordu."

Edinilen bilgiye göre, Fener ve Balat’ı da içine alan bölge ile inceleme çok yönlü olarak sürdürülmüştür. İstanbul Emniyeti yanında MİT’in de, Genelkurmay’ın da olayın üzerinde hassasiyetle durduğu öğrenildmiştir Dönemin Fatih Belediye Başkan Yardımcısı Mahir Katırcı şunları söylemiştir: "Bu konuda ortaya çıkan durumu Genelkurmay Başkanlığı araştırıyor. Dernek yöneticileri iddiaları reddediyor ama Genelkurmay’ın, durum milli güvenliği ilgilendirdiği için tapu kayıtları üzerinden bir inceleme yaptığını öğrendik." (10)

SURİÇİ’NİN DÜNYA MİRASI İLAN EDİLMESİ NE ANLAMA GELİYOR?

1978’de İstanbul Belediyesi, İstanbul’un Mimari Mirasının korunması amacıyla UNESCO’dan (Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü’nden) yardım istemiş, UNESCO tarafından desteklenen kampanya, genel konferans kararıyla 1982 yılında başlamıştır. Kampanya sonucunda İstanbul’dan sadece Sur İçi’nde Zeyrek, 1983 yılında “Dünya Kültür Mirası Listesi’nde” yerini almıştır.(11)

Daha sonra 1986’da İstanbul tarihi yarımadası, yani eski Bizans’ın bulunduğu alan olan Sur içi bölgesi, UNESCO tarafından Dünya Mirası Merkezi listesine alınmıştır.(12)

Sur İçi’nin Dünya Mirası kapsamına alınması demek, bu bölgenin Fatih’in Türk milletine mirası değil, Bizans’ın batı dünyasına mirası olduğu (!) anlamına geliyordu.

Nitekim bölgenin dünya mirası kapsamına alınmasından sonra burasının Bizans dönemindeki gibi şekillendirecek ve inşa edecek projeler geliştirilmiştir.

Bu projelerden birisi, UNESCO ve Dünya Mirası Merkezi ve Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü’nce desteklenen “Fener ve Balat Semtleri Kentsel Rehabilitasyon Projesi”dir. 1997 yılından beri devam eden projeye, Avrupa Birliği, 2000 yılında 7 milyon euroluk yardım yapmıştır.(13) Bu “Rehabilitasyon” projesinin kapsamında bir de okul kurulması planlanmıştır. Fener ve Balat bölgesini eski Bizans yapılaşmasına uygun olarak inşa edebilmek için gereken uzman ve usta elemanları yetiştirecek bir “Restorasyon Okulu”nun kurulması projeye dahil edilmiştir. Sözkonusu okulun, eski Fener'deki Boğdan Prensi Dimitri Kantemir'in (1673-1723) sarayında kurulması kararlaştırılmıştır.(14)

Araştırmacı Yazar Ali Rıza Bayzan, Sur İçi bölgesinde yabancıların Bizans’ı diriltme çalışmalarıyla ilgili olarak şu bilgileri veriyor:

İstanbul’u sık sık ziyaret eden ve Zeyrek Camii üzerinde incelemeler yapan İngiliz Bizantolog Judith Herrin bu projeyi şöyle açıklıyor: “İstanbul’da Bozdoğan Su Kemeri yakınında bulunan Pantokrator Kiliseleri grubu bir şehir müzesi yapılmalıdır.” Konuyu araştıran Tarih ve Medeniyet Dergisi’nden Levent Elpen, Ayasofya ve Kariye’den sonra Zeyrek Camiin üzerinde de ‘müze’ oyunları oynandığına dikkat çekiyordu. Teknik Elemanlar Derneği’nin verdiği bilgiye göre ABD Illionis Üniversitesi’nden Robert Austerhold, proje için yurt dışından mali destek sözü vermektedir. Projenin yerli ayağı da dikkat çekici; Eylül 1996’da dönemin Fatih belediye başkanı Saadettin Tantan, “Zeyrek, Fener, Balat Forumu ve Şenliği” düzenlemişti. Foruma davetliler arasında Ermeni ve Musevi cemaatleri ile Fener Rum Patrikhanesi de vardı. Söz konusu forumda Zeyrek Camii’nin müzeye dönüştürülmesi yönünde bir hava oluşturulmuş ve Kasım 1996’da İTÜ’lü mimar profesörlerden Zeynep ve Metin Ahunbay çifti, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden aldıkları bir belgeyi kullanarak projeyi pratiğe geçirmeye başlamışlardı.(15)

İSTANBUL’UN “2010 AVRUPA KÜLTÜR BAŞKENTİ” SEÇİLMESİ NE DEMEK?

Son olarak Avrupa Birliği’nin İstanbul’u “2010 Avrupa Kültür Başkenti” seçmesinin de, İstanbul’u Bizans haline getirme çalışmalarında yeni bir kılıf programın habercisi olduğunu anlamak herhalde zor olmasa gerektir.

TBMM Başkanı Köksal Toptan’ın ve Ankara yönetiminin üst düzey yetkililerinin katıldıkları “2010 Avrupa Kültür Başkenti” programı, çoğunlukla Türkiye’nin turizm avantajlarının ve gelirlerinin artması boyutunda değerlendirildi, sevinçle ve coşkuyla karşılandı.

Oysa bu program, İstanbul’a Avrupa’nın, Bizans’ın mirasçısı olarak sahip çıkması anlamına geliyor ve Bizans’ı gerçekleştirecek faaliyetlere yeni bir meşruiyet kılıfı oluyordu. Nitekim UNESCO temsilcileri bu programa hazırlık için İstanbul’da yaptıkları denetimlerde sadece Bizans eserleri ve kalıntılarıyla ilgilenmişlerdir.(16) İstanbul’un İslam-Türk kimliğini bağıran Osmanlı şaheserlerini önemsememişlerdir. Bu da “Avrupa Kültür Başkenti” olarak, sadece Bizans’ı seçtiklerini göstermektedir.

SONUÇ

Kısacası, Fatih’in emaneti olan İstanbul’umuzda Bizans’ın ayak sesleri duyuluyor. Ve maalesef bu ayak sesleri karşısında yöneticilerimizde ve Meclis’te yer alan siyasilerimizde hiçbir hassasiyet görülmüyor.

Bizans’ı hortlatma hazırlıklarına karşı hassasiyetlerin yok olması, Bizans’ı tarihin karanlığına gömen Fatih Sultan Mehmet’in ve ordusunun temel dinamiklerinin yönetici aydın kesiminde büyük çapta zaafa uğramış olduğunu gösteriyor.

Peygamberimiz’in “İstanbul’u fetheden kumandan ne güzel kumandan, ordu ne güzel ordudur” diye müjdesine mahzar olan Fatih’in ve ordusunun faziletlerinden, onların sahip olduğu doğru ve gerçek İslam’dan ve Fetih ruhundan ne kalmıştır başımızdakilerde?

Bizans’ı hortlatmağa çalışan Avrupa Birliği’ne girmek için can atanlar onlar değil midir? AB’ye üyelik için, önlerine her konulan şarta evet diyenler, Fatih’in ve ordusunun bize miras bıraktığı değerlerle hiç bağdaşmayan dayatmaları kabul edenler onlar değil midir?

Ama Müslüman Türk milleti, İstanbul’un Bizans yapılmasına izin vermeyecektir. Zira Fatihlerin emanetlerini korumaya kararlıdır. Fatihin ve ordusuna güç veren dinamikler, torunlarına da güç vermektedir.

Fatih’in ve ordusunun yardımcısı olan Yüce Allah , torunlarının da yardımcısıdır.

Sevgiler, saygılar…
Hasan ERDEN'in Günışığı gazetesinde 23 Mayıs 2009 tarihinde yayınlanan yazısından alıntıdır.
______________________

1 M. Necati Özfatura, Türkiye, 20.04.1999
2 Aytunc Altındal, 26 Ekim 2002, Alternatif Düşünce Platformu (ADP), http://www.turkforum.net/showthread.php?t=676385
3 Aytunç Altındal, Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, 104-105
4 A.g.e., s: 110
5 Bir örnek olarak, Avrupa Parlamentosu’nun 24.10.1996 tarihli, Patrikhane ile ilgili Kararı’nda İstanbul’dan Bizans dönemindeki ismiyle Konstantinopolis diye söz edilmiştir.
6 Uğur Yıldırım, Dünden Bugüne Patrikhane'', Kaynak Yayınları, s. 142-143’dan nakleden: Atilla İlhan, Cumhuriyet, 21.07.2004.
7 Ortadoğu Gazetesi, 29.10.2005
8 Talat Halman, Bahtı kara deniz, 01.10.1997 tarihli Milliyet gazetesi
9 http://www.birben.net/fener%20rum.htm
10 http://www.milliyet.com.tr/2001/06/03/ekonomi/aeko.html
11 Bkz., www.zeyrek.org.tr
12 http://www.istanbul.com/Platform/Detail.asp?Mcat=66&id=1481
13 http://www.yeniasya.com.tr/2003/02/08/kultur/h1.htm
14 Hürriyet, Tatil-Pazar, 4 Ekim 1998
15 Ali Rıza Bayzan, Zeyrek’te Bizans Oyunu, Yeni Mesaj, 31.03.2003, Aldığı Kaynak: Levent Elpen, “Zeyrek Camii’nde ‘müze’ oyunları “ Ocak 1997 tarihli Tarih ve Medeniyet Dergisi, sayı: 34, s. 17–21.
16 Milli Gazete, 14.05.2009


Papa, Ayasofya’ya hayran kaldı


Ayasofya Müzesi’ni ziyaret eden Papa müzenin içindeki tarihi eserlere olan hayranlığını gizlemedi.

 Akşam saatlerinde Ayasofya Müzesi’ne giden Papa 16. Benedikt’e İstanbul Valisi Muammer Güler ve müze müdürü eşlik etti.

NTV

Güncelleme: 17:05 TSİ 01 Aralık 2006 Cuma-İSTANBUL


Papa, Ayasofya Müzesi’ne ilgiyi artırdı


2006 yılında en çok ziyaret edilen Topkapı Sarayı Müzesi’nin yerini, geçen yıl 2 milyon 226 bin 159 ziyaretçi ile Ayasofya Müzesi aldı.

İSTANBUL - Roma Katolik Kilisesi ruhani lideri Papa 16. Benediktus’un 2006 yılı sonunda ziyaret ettiği Ayasofya Müzesi, 2007 yılında İstanbul’da en çok ziyaret edilen müze oldu.


İstanbul İl Kültür ve Turizm Müdürlüğünden alınan bilgiye göre, İstanbul’da Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı müzeleri 2006 yılında 4 milyon 12 bin 627 kişi ziyaret ederken, bu sayı 2007 yılında yaklaşık yüzde 14’lük artışla 4 milyon 598 bin 688 ziyaretçiye ulaştı.

2006 yılında 1 milyon 647 bin 570 kişinin ziyaret ettiği Ayasofya Müzesini, 2007 yılında yüzde 35 artışla 2 milyon 226 bin 159 kişi gezdi. Topkapı Sarayı Müzesini ise 2006 yılında 1 milyon 858 bin 867 kişi gezerken, 2007 yılında ziyaretçi sayısı yaklaşık yüzde 6 oranında düşerek 1 milyon 757 bin 317’de kaldı.

Bu iki müze, toplam 3 milyon 983 bin 476 ziyaretçi ile Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı İstanbul’daki müzelerin ziyaretçi sayısının toplamının yüzde 87’sini oluşturdu.

Topkapı Sarayı Müzesi, ziyaretçilerinden geçen yıl yaklaşık 13,5 milyon YTL gelir sağlarken, Ayasofya Müzesinin bilet satışlarından elde edilen gelir ise yaklaşık 11 milyon YTL oldu.

Bu iki müzenin bilet satışlarından elde edilen yaklaşık 24,5 milyon YTL, Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı İstanbul’daki müzelerden sağlanan gelirin yüzde 90’ını oluşturdu.

2006 yılında bakanlığa bağlı ildeki müzeler toplam 21 milyon 5 bin 825 YTL gelir bırakırken, bu sayı 2007 yılında yaklaşık yüzde 30’luk artışla 27 milyon 162 bin 398 YTL’ye yükseldi.

PAPA’NIN MÜZENİN TANITIMINA KATKISI

Ayasofya Müzesi Başkanı Doç. Dr. Haluk Dursun, 2007 yılında müzeyi rekor sayıda kişinin ziyaret ettiğini söyledi.

Dursun, 2007 yılında genel turist sayısındaki artışın müzenin ziyaretçi sayısının yükselmesinde etkili olduğunu, ayrıca 2006 yılının sonunda Papa 16. Benediktus’un müzeyi ziyaret etmesinin de dünya kamuoyunda müzenin tanıtımına büyük katkı yaptığını belirtti.

Haluk Dursun, “Uluslararası medyanın Papa’nın ziyaretine geniş yer ayırması ve son derece olumlu yorumlarda bulunması Ayasofya’nın bir marka olarak gündeme gelmesini sağladı” dedi.

Müzeye, “Dünyanın Yeni 7 Harikası” kampanyasında isminin geçmesi ve değişik etkinliklerle tanıtılması sayesinde yerli ve yabancı yayın organlarında yer verildiğini anlatan Dursun, “2007 Mevlana Yılı” kapsamında müzede bir sergi açılmasının da Ayasofya’yı önemli bir sanat etkinliği alanı olarak gündeme getirdiğini ifade etti.

Dursun, Ayasofya’daki tarihi Osmanlı sebilinden geleneksel kültüre uygun olarak yazın sıcak günlerinde ziyaretçilere su ikram edilmesi ve bu konuda yabancı dilde bilgilendirilmeler yapılmasının turistler tarafından olumlu karşılandığını dile getirdi.

Haluk Dursun, “Ayasofya’nın sadece bir Bizans kilisesinden ibaret olmadığı, Osmanlı dönemine ait imaret, medrese, muvakkithane, sübyan mektebi, kütüphane, türbeler, şadırvan, sebiller, çeşmeler, güneş saatleri ile bir ‘Osmanlı külliyesi’ olduğu anlatıldı. Bu çalışma, kamuoyunda sık sık gündeme getirilerek yerli ziyaretçi sayısının artması sağladı” dedi.

Müzenin en çok Ağustos ve Eylül ayında gezildiğine işaret eden Dursun, Kültür ve Turizm Bakanlığının müzeye özel ilgi göstermesi ve her konuda katkıda bulunmasının ziyaretçi artışında etkili olduğunu düşündüğünü sözlerine ekledi.

İSTANBUL İL KÜLTÜR TURİZM MÜDÜRÜ BİLGİLİ

İstanbul İl Kültür Turizm Müdürü Ahmet Emre Bilgili de müze ziyaretçilerinde bir artış yaşandığını, ancak bunun istenen noktada olmadığını söyledi.

Bilgili, müze ziyaretlerinin Topkapı ve Ayasofya müzeleri dışında potansiyellerinin altında seyrettiğini dile getirerek, “Ayasofya’daki artışın grafiğine baktığımızda bunun Papa’nın ziyareti sonrasına rastladığını görüyoruz. Bundan sonra yabancı ziyaretçilerin artış gösterdiğini, buna karşılık yerli ziyaretçilerin de bir sahiplenme duygusuyla müzeye daha fazla ilgi gösterdiğini tahmin ediyoruz” dedi.

Yerli ve yabancı turist dağılımının müzelere göre değiştiğini ifade eden Bilgili, İstanbul’a gelen turist sıralamasına paralel bir ziyaretçi profili olduğunu, buna göre de müzeleri en çok Almanlar, Ruslar, Amerikalılar, Fransızlar ve İngilizler’in gezdiğini aktardı.

Bilgili, İstanbul’a gelen turist sayısında 2008 yılı için yüzde 25 artış öngörüldüğünü, bu artışın müze ziyaretlerine de yansımasını beklediklerini dile getirerek, “Müzelerimizi ne kadar cazibe merkezi haline getirebilirsek, ziyaretçi sayısı da o oranda artar” dedi.

Müze ziyaretlerinde daha çok bahar ve yaz aylarında önemli artışlar yaşandığını anlatan Bilgili, ziyaretçi sayısını artırmak için yapılabileceklerle ilgili olarak şunları söyledi:

“Müzeleri, tanıtma ve değer açısından bilinir hale getirmemiz, işletme ve çağdaş müzecilik açısından ise kolay gezilebilir duruma kavuşturmamız gerekir. Bununla birlikte uzun vadeli olarak müze gezme kültürünü yerleştirici ve bilinç uyandırıcı çalışmalar yapılması gerekir. Müze gezmenin kültürel bir ihtiyaç olduğu algılamasını yerleştirmemizde yarar var.”

Bilgili, İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti olması kapsamında 2010 yılını yapacakları için bir hedef takvim olarak gördüklerini vurgulayarak, eksiklikler, müze işletmeciliği ve çağdaş müzeciliğin gereğini yerine getirme anlamında yeni düzenlemeler üzerinde çalıştıklarını kaydetti.

AA

Güncelleme: 00:11 TSİ 26 Ocak 2008 Cumartesi










ABD'den itiraf: İstanbuldaki azınlıklara eğitim veriyoruz!


ABD'nin İstanbul Konsolosluğu'ndan endişe verici itiraf; "2004'ten beri gayri resmi güvenlik eğitimi yapıyoruz!"
Saadet Partisi Genel Başkanı Numan Kurtulmuş’un Ocak ayı sonunda bir belgeyle gündeme getirdiği ABD'nin İstanbul'daki dini azınlıklara stratejik güvenlik eğitimi verdiğine dair iddiaya, ABD’nin İstanbul Konsolosluğu'ndan itiraf geldi. ABD İstanbul Konsolosu Sharon Anderholm Wiener, İstanbul’da 2004’ten bu yana söz konusu eğitimlerin devam ettiğini söyledi.

HSBC VE SİNEGOG SALDIRILARINDAN SONRA BAŞLADI

Sharon Anderholm Wiener tarafından Saadet Partisi İstanbul İl Başkanı Erol Erdoğan’a yazılı olarak verilen cevapta, gizli güvenlik eğitimine “2003 yılındaki İngiliz Konsolosluğu, HSBC Bankası ve Sinagog terör saldırıları sonrasında 2004 yılında başlandığı” ifade edildi. Cevaba göre eğitim verilenler arasında okullar, oteller, özel işyerleri, organizasyonlar, Türk Hükümeti kuruluşları ve dini azınlıklar bulunuyor.

EROL ERDOĞAN: ENDİŞE VERİCİ

Konsolosluğun cevabı üzerine bir açıklama yapan Saadet Partisi İstanbul İl Başkanı Erol Erdoğan, “Konsolosluk tarafından verilen bilgiler endişeye yol açacak boyuttadır” dedi.

Erdoğan, konsolosluğun cevabı üzerine şu açıklamayı yaptı:

“ABD Konsolonsluğu 23 Aralık 2009 tarihli yazımıza ancak 08.02.2010’da nerdeyse 50 gün sonra cevap verdi. Sorularımıza açık şekilde cevap vermiş olmalarından dolayı teşekkür ederiz ancak verilen bilgilerin endişeye yol açacak boyutta olduğunu görüyoruz.

Cevaptan anladığımıza göre; eğitim çok geniş bir kitleyi kapsamaktadır ve 2004’ten beri yapılmaktadır. Eğitim verilen kuruluşlar içinde resmi hükümet kuruluşları da olduğuna göre bu eğitim neden gizli veya gayri resmi olarak sürdürülmektedir. ABD Konsolosluğu, eğitimi İngiliz Konsolosluğu ve HSBC Bankası saldırılarıyla ilişkilendirdiğine göre İngiltere İstanbul Başkonsolosluğu da aynı şekilde güvenlik eğitimi vermekte midir?

Genel Başkanımız Numan Kurtulmuş, belgeyi basınla paylaştığı zaman İçişleri ve Dışişleri Bakanlıklarının konunun üzerine gitmesini istemişti. Bugüne kadar İçişleri ve Dışişleri Bakanlıklarından bir açıklama gelmedi.

Biz de bugün aynı şekilde İstanbul Valiliği ve İstanbul Emniyetinden sürece dair yeni açıklama bekliyoruz. Daha da önemlisi eğitim süreçlerinin kontrol altına alınmasını talep ediyoruz. Yanlışlık sürdürülmemelidir.”

VALİLİK “HABERİMİZ YOK” DEMİŞTİ

ABD Dışişleri Bakanlığına bağlı, İnsan Hakları ve Demokrasi Bürosu tarafından, Türkiye ile ilgili hazırlanan “Din Özgürlükleri Raporu” başlıklı raporda, “ABD’nin İstanbul Başkonsolosluğu tarafından İstanbul’da bulunan dini azınlıklara ‘Genel Güvenlik Stratejisi çerçevesinde güvenlik eğitimi sağlandığı” ifadesi yer alıyordu.

İstanbul Valiliğinin ve İstanbul Emniyetinin “haberimiz yok” dediği gizli eğitim böylece bizzat ABD Başkonsolonsu Sharon Anderholm Wiener tarafından doğrulanmış oldu. Saadet lideri Prof. Dr. Numan Kurtulmuş, konuyla ilgili olarak Dışişleri ve İçişleri Bakanlıklarına göreve çağırmıştı.

Çarşamba, 17 Şubat 2010

Dünya Bülteni/ Haber Merkezi

Ayasofya 2010'a hazırlanıyor


İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı, İstanbul'un binlerce yıllık kültürel mirasına sahip çıkmak hedefi doğrultusunda projelerini hayata geçirmeye devam ediyor.

Proje kapsamında, 'Ayasofya Müzesi' Ajans'ın desteğiyle gerçekleşecek kapsamlı bir restorasyon çalışmasıyla yenileniyor.

'Ayasofya Müzesi'nde gerçekleştirilen çalışmalarla ilgili bilgilendirme toplantısı, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Koordinasyon Kurulu Başkanı Hayati Yazıcı, Kültür ve Turizm Bakanı, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Koordinasyon Kurulu Üyesi Ertuğrul Günay, İstanbul Valisi Muammer Güler ve İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Yürütme Kurulu Başkanı Nuri M. Çolakoğlu katılımıyla, 'Ayasofya Müzesi'nde gerçekleştirildi.

Açılış konuşmasını yapan İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Yürütme Kurulu Başkanı Nuri M. Çolakoğlu, tarihi ve kültürel zenginlikleriyle bir açık hava müzesi olan İstanbul'u, sahip olduğu değerleri koruyarak, geleceğe taşımayı hedeflediklerini söyledi.

BAKAN GÜNAY: 'YAPTIĞIMIZ İŞİN BİZİM GELECEKTE YÜZ AKIYLA ANILMAMIZA VESİLE OLMASINI TEMENNİ EDİYORUZ'-

Bakan Ertuğrul Günay ise konuşmasında, bir ülkenin uygarlık seviyesinin kültürel ve tarihi değerlere verdiği önemle ölçüldüğünü söyleyerek, İstanbul'un sahip olduğu mirasa sahip çıkılmasının önemini vurguladı.

Günay, Ayasofya Müzesi'nin restorasyon çalışmalarının 1993 yılında UNESCO'nun desteğiyle başlatıldığını belirterek, çalışmaların titiz bir bilimsel araştırma sürecine paralel olarak yürütüldüğünü söyledi.

Günay 'Restorasyonun İstanbul 2010 sürecinde tamamlanacak olması çok önemli bir adım. 2010'da İstanbul'a gelecek milyonlarca ziyaretçi, İstanbul'un gözbebeği olan bu muhteşem yapıyı yenilenmiş olarak görme imkanına sahip olacak.

Ayasofya'nın sadece içi değil çevresinde de restorasyon çalışmaları yapılacak. Yaptığımız işin bizim gelecekte yüz akıyla anılmamıza vesile olmasını temenni ediyoruz.' dedi.

YAZICI: 'BU BİZİM AYIBIMIZ'

Hayati Yazıcı, şu anda müze içerisinde bulunan iskeledeki demir yığınının ağırlığının 181 ton olduğunu belirterek, 'Bu demir yığının şimdiye kadar kaldırılmaması bizim ayıbımız' dedi.

2010 yılının İstanbul'u dünyanın önde gelen metropollerinden biri yapmak yolunda önemli atılımların gerçekleştiği bir yıl olacağını söyleyen Hayati Yazıcı şöyle konuştu:

'1700 yıllık bir tarihe, bu tarihin en önemli imparatorluklarına, iki büyük dine kucak açmış Ayasofya Müzesi'ni gelecek nesillere layıkıyla devredebilmek, günümüze kadar özgünlüğü korunarak müze olarak kullanılmakta olan bu eşsiz yapıtın zaman içinde karşılaştığı olumsuzlukları gidermek ve ziyaretçiler tarafından algılanabilirliğini daha da artırmak amacıyla İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı olarak çalışıyoruz'

Atatürk'ün emri ve Bakanlar Kurulu kararı ile 1 Şubat 1935 tarihinde müze olarak kullanılmaya başlanan, Ayasofya Müzesi'ndeki restorasyon kapsamında yıllardır bekleyen çalışmalar da hayata geçecek ve Ayasofya Müzesi'ndeki ana kubbenin ve narteksin restorasyonunu takiben, yarım kubbelerin restorasyonu, galeri katının onarımı, bahçenin açık hava müzesi olarak düzenlenmesi, I. Mahmut kütüphanesinin onarımı gibi çalışmalar da gerçekleştirilecek.

ANKA HABER AJANSI-17.01.2009



Ayasofya Müzesi’ndeki iskele sökülecek


Ayasofya Müzesi, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın desteğiyle gerçekleşecek kapsamlı bir restorasyon çalışmasıyla yenileniyor. 16 yıldır Ayasofya’nın ana kubbesinin altında kurulu olan inşaat iskelesi de sökülecek.

Ayasofya Müzesi'nin ana kubbesinin altında 16 yıldır kurulu bulunan 55 metre yüksekliğinde ve 181 ton ağırlığındaki iskele, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti çalışmaları kapsamında sökülecek.

İSTANBUL - İstanbul’un en önemli mimari yapıtları arasında yer alan ve UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde bulunan Ayasofya Müzesi’nde, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın desteğiyle kapsamlı bir restorasyon çalışması başlatılıyor.

Ayasofya Müzesi’nde gerçekleştirilen restorasyon çalışmaları hakkında bilgi vermek amacıyla düzenlenen toplantıya, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Koordinasyon Kurulu Başkanı Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Hayati Yazıcı, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, İstanbul Valisi Muammer Güler, İstanbul Kültür ve Turizm Müdürü Ahmet Emre Bilgili, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Danışma Kurulu Başkanı Hüsamettin Kavi ve Yürütme Kurulu Başkanı Nuri Çolakoğlu, Topkapı Sarayı Müzesi Başkanı İlber Ortaylı ile ilgililer katıldı.

Toplantı öncesinde Ayasofya Müzesi Başkanı Ahmet Haluk Dursun katılımcılara müzeyi gezdirdi ve çalışmalar hakkında bilgi verdi.

İskelenin bulunduğu alanda düzenlenen toplantıda konuşan Hayati Yazıcı, Ayasofya Müzesi’nin dünya kültür mirasının en önemli eserlerinden birisi olduğunu vurgulayarak, iskelenin 1992-1993 yılları arasında UNESCO’nun teknik desteği ile Ayasofya’da başlatılan onarım çalışmaları çerçevesinde kurulduğunu anlattı.


Yazıcı, “Bu muazzam ve güzel eser içerisinde 26x20 metre alan üzerine kurulu demir yığını, 55 metre yüksekliğinde ve 181 ton ağırlığında. Bu bizim ayıbımız. Bunu da bir başbakan yardımcısı olarak ifade etmek isterim. Sevincim o ki çok yakın zamanda, 8 ay sonra bu demir yığınından bu güzel eser kurtulmuş olacak” diye konuştu.

AVRUPA KÜLTÜR BAŞKENTİ AJANSI

2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansının, İstanbul’da var olan değerleri, kültürel miras artıklarını, medeniyet ögelerini insanlığa, Avrupa’ya tanıtmak üzere özel yasayla kurulan bir ajans olduğunu dile getiren Bakan Yazıcı, sözlerine şöyle devam etti:

“Ajans ne sunacak? Herhalde sunacağı kültürel değerler arasındaki en önemlisi hiç şüphesiz Ayasofya. ‘Kutsal bilgelik’ anlamına gelen Ayasofya, Bizans İmparatoru 1. Justinyen tarafından 532-537 yılları arasında 5 yılda yapılmış muazzam bir eser. İlk defa kare üzerinde kubbe oturtulmuş. Aşağıda 40, üst katta 67 sütun olmak üzere 107 sütün üzerine oturtulmuş muazzam bir kubbe. Çok olaylara tanıklık eden bir mekan. Kim bilir dili olsa bize neler anlatır, neler söyler. Şöyle bir hayal dünyamıza daldığımızda bu mekanda, Sultanahmet’te ve Ayasofya’nın oturduğu bu mekanda, neler neler cereyan etmiş. Tarihimize, kültürel değerlerimize hiç şüphesiz bunların tamamını aktarmış değiliz.”


OSMANLI’NIN KÜLTÜREL ESERLERE VERDİĞİ ÖNEM

Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethettikten sonra ilk kez koruma altına alıp, onararak tekrar hayat verdiği eserin Ayasofya olduğunu vurgulayan Yazıcı, bunun da Osmanlı’nın kültürel eserlere ne denli önem verdiğinin en önemli göstergesi olduğunu söyledi.


Yazıcı, Ayasofya’nın İstanbul’un fethinden sonra cami olarak hizmet vermeye başladığını, papaz odalarının da dershane olarak kullanıldığını ifade ederek, “Belli bölümlerde o günün profesörleri, müderrisleri, hocaları ders verir, vatandaş da dinlermiş. Çok da özgür bir şekilde dinlermiş. Dinlediği hocanın anlatımı hoşuna gitmiyorsa onu sıkıyorsa hemen diğer hocaya geçermiş. Öğrenme özgürlüğü, hakkı varmış. Ne muazzam bir iletişim. 1934 yılında müzeler müdürlüğü tarafından bu papaz odaları yıkılmış. Niye yıkılmış bilmiyoruz. Herhalde tarihte bunun bir sebebi vardır” diye konuştu.

Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Yazıcı, Ayasofya’nın 1935’te Atatürk’ün emriyle müze haline dönüştürüldüğünü anımsattı.

YAZICI, AJANSA YÖNELİK ELEŞTİRİLERE YANIT VERDİ

Bakan Yazıcı, basında 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı ile ilgili bazı eleştiriler yer aldığını hatırlatarak, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Basında, ‘Ajans ne yapmış, henüz bir şey yapmadı, bir eser ortaya koyamadı, bir varlık göstermedi’ diye eleştiriler görüyorum. Basın mensupları, ajansı takip edeceksiniz, İstanbul halkı ajansı takip edecek, doğru yaptıklarına teşekkür edecek, yanlışlarını da ifade edecek. Bugün bu somut uygulamalardan bir tanesini, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı çalışmaları kapsamında hayata geçiriyoruz. İstanbul’da yapacağımız çok iş var. Topkapı Sarayı Müzesi ve çevresinde, özellikle sur içinde hızla yapacağımız çok çalışma var. Bunlar hep programımızda. Süleymaniye’de kentsel dönüşümü KİPTAŞ ile birlikte ajans gerçekleştirecek. Bu İstanbul’un yeniden İstanbul’a dönüşünün başlangıcı olacak.”


NTV-MSNBC



Ayasofya’nın meleği 160 yıl sonra gün ışığında

Ayasofya’nın 160 yıldır karanlıkta kalmış bir sırrı gün ışığına kavuştu. En son Sultan Abdülmecid ve o dönem restorasyonu yürüten İsviçreli mimar Gaspare Fossati’nin gördüğü, üzerleri sıva ve metal maskeyle kapatılan 700 yaşında olduğu tahmin edilen altı kanatlı melek figüründen birinin yüzü açıldı.

AYASOFYA’nın en son Sultan Abdülmecid ve o dönem restorasyonu yürüten İsviçreli mimar Gaspare Fossati’nin gördüğü 1.5 X 1 metre ebadındaki altı kanatlı melek figüründen birinin yüzü açıldı. Mozaiğin bugüne kadar çok iyi korunmuş olması uzmanları şaşırttı.

16 yıldır kubbenin güneydoğu çeyreğinde bulunan iskele, iki hafta süren çalışmaların ardından sökülerek kuzeydoğu çeyreğine kuruldu. Kubbeyi taşıyan pandantifteki, 6 kanatlı melek (kerubim-serafim) figürü üzerinde de çalışmalar yapıldı. Meleğin yüzündeki metal maske çıkarıldı, 6-7 kat badana ve sıva kaldırıldı. Yaklaşık 10 gün boyunca heyecanla yürütülen çalışmaların sonunda uzmanların bile beklemediği derecede iyi korunan mozaik, 160 yıl sonra yeniden günışığıyla buluştu. 9 veya 14’üncü yüzyılda yapılmış olduğu tahmin edilen mozaiğin gerçek yaşı, Ayasofya Yüksek Bilim Kurulu ve Anıtlar Kurulu üyelerinin yapacağı incelemeler ve diğer mozaiklerle karşılaştırmalar sonucunda belirlenecek.

İncil’e göre Tanrı’nın tahtını koruyan melek

İNCİL sadece belirli kişiliği olan üç meleğe isim vermiştir. Bunlar, Michael, diriliş, Gabriel ve Satan. Altı kanatlı Serafim ise, Tanrı’nın tahtını korumakla görevli en üst sıradaki melektir. Bu melekler, Tanrı’nın tahtının üzerinde 2 kanatları yüzlerini ve 2’si ayaklarını kapatacak şekilde bekler. Kalan 2 kanat ise uçmak içindir.

En son onlar gördü

Sultan Abdülmecid döneminde caminin onarımı için İsviçreli Mimar Gaspare Fossati görevlendirildi. Osmanlı döneminde,

Ayasofya’daki en kapsamlı restorasyonu kardeşi Giuseppe’yle birlikte 1847-1849 arasında yürüten Fossati, mozaiklerle ilgili de kapsamlı bir çalışma yaptı. Dökülen sıvaların altından parıldamaya başlayan mozaikler, Sultan Abdülmecid’in talimatıyla açıldı, bakım ve onarımları yapıldı. Daha sonra tahrip edilmeden sıvayla kapatılarak gizlendi. Fossati’nin yaptığı resimleri topladığı albüm, günümüze ulaşmamış mozaiklerin bilinmesini sağlayan bir kaynak olarak görülüyor.

Ayasofya’nın tarihi 6. yüzyıla uzanıyor

AYASOFYA, Bizans İmparatoru I’inci Jüstinyen tarafından 532-537 yılları arasında inşa ettirildi. 916 yıl boyunca Ortodoks dünyasının başkilisesi, 481 yıl boyunca da İslam dünyasının büyük camisi olan Ayasofya, 9’uncu yüzyıldan itibaren figürlü mozaiklerle bezenmeye başladı. 1453’te Ayasofya’nın camiye çevrilmesiyle mozaikler örtüldü. 1934’ten itibaren müze olarak kullanılan Ayesofya’ya yılda iki milyon ziyaretçi geliyor.


HÜRRİYET-Serkan AKKOÇ / İSTANBUL 24 Temmuz 2009

Ayasofya'nın 6 kanatlı meleği gün ışığı gördü

160 yıldır kimsenin görmediği üzeri metal maske ve kat kat sıva ile kapatılan 6 kanatlı melek figürü ortaya çıkarıldı.


160 yıldır kimsenin görmediği melek figürü gün ışığına çıktı

Altı Kanatlı Melek

Ayasofya Müzesi'nde 700 yıllık altı kanatlı melek ortaya çıktı.

İSTANBUL - Ayasofya’nın 160 yıldır karanlıkta kalmış bir sırrı gün ışığına kavuştu. En son Sultan Abdülmecid ve o dönem restorasyonu yürüten İsviçreli mimar Gaspare Fossati’nin gördüğü, üzerleri sıva ve metal maskeyle kapatılan 700 yaşında olduğu tahmin edilen altı kanatlı melek figüründen birinin yüzü açıldı.

1.5x1 metre ebadındaki altı kanatlı melek figürünün yüzündeki metal maske çıkarıldı, 7 kat badana ve sıva kaldırıldı. Heyecanla beklenen an geldiğinde uzmanları bile şaşırtan sonuç ortaya çıktı. 160 yıl sonra gün ışığıyla buluşan mozaik çok iyi korunmuştu.

Kültür Bakanı Ertuğrul Bakan Günay, 9. yüzyılda yapıldığı düşünülen ve Hristiyan inancında cennet kapısının bekçisi olarak da bilinen 6 kanatlı meleği Ayasofya Müzesi'nde bir basın toplantısı düzenleyerek tanıttı.

Yıllardan beri köşeye sabitlenmiş gibi duran iskeleyi bu yıl yer değiştirerek kademe kademe Ayasofya içindeki bütün restorasyon çalışmasını tamamlamak üzere işe başladıklarını belirten Günay, bu çalışmalar çerçevesinde yeni ve önemli bir gelişme ile karşılaştıklarını söyledi.

Yapının kuzeydoğu bölümünde yapılan çalışmalar sırasında Ayasofya için ve Hristiyan teolojisi için çok önemli bir çalışmanın bütün gerçekliği ile ortaya çıktığını bildiren Günay, "Serafim olarak tabir edilen Hristiyan teolojisinde bir anlamda cennetin bekçileri olarak bilinen en üst düzeyde melek tasvirlerinin çıplak gözle gördüğümüz kanatlarının orta yerindeki yüzün üzerindeki maske kaldırıldı ve yüz tasviri ortaya çıkarıldı" dedi.

Bunun yaklaşık 1000'li yıllarda bir deprem sonrası yenileme çalışmalarında yapıldığının düşünüldüğünü vurgulayan Günay, şöyle konuştu:

"900-1300 yılları arasında hangi döneme ait olduğu çalışmalardan sonra ortaya çıkacak. 4 tane daha var. Bunlardan iskelenin kaldırılmış olduğu köşede daha önce yüzü kapatılmış olan tasvirin yüzü açılmamış. Şimdi belki tekrar dönüp onu açacağız. Kalem işi diğer 2 figürün altında yine mozaiklerin çıkması ihtimali var. Bunlar en son 1800'lerin ortasında Mimar Fossati çalışırken bulunmuş ve o dönemde üzeri son defa olarak kapatılmış ve o tarihten bu yana bunu yeryüzünde gören kimse yok. Bugün ilk defa biz tanıklık edeceğiz."

OSMANLI DÖNEMİNDE TASVİRLERİN YÜZÜ AÇIKTI

Bu tasvirlerin İstanbul'un fethinden Ayasofya'nın cami olarak kullanıldığı 1700'lerin başına kadar yüzlerinin açık olarak bu mabette bulunduğuna ilişkin bilgiler olduğunu hatırlatan Günay, "Yani Fatih Sultan Mehmet Han'dan 3. Ahmet dönemine kadar bu tasvirlerin yüzlerini kapatmamışlar. Tasvirlerin yüzleri 1720'lerde 3. Ahmet döneminde yapılan bir çalışma sırasında muhtemelen koruma amaçlı, belki İslam inançlarına göre bir mabette insan yüzü benzeri tasvirler de bulunmayacağı için bir badanayla kapatılmış. Ama ondan önceki dönemde 1453-1720 arasındaki dönemde bunlar açık" diye konuştu.

Günay, şöyle devam etti:

"Heyecan verici bir çalışmaya tanıklık ettiğimizi, bir tarihi gün yaşadığımızı düşünüyorum. Tarihe göre bu tasvirleri en son Sultan Abdülmecit Han görmüş ve şimdi biz görüyoruz. Bu önemli bir tanıklıktır. İstanbul 2010 çalışmaları çerçevesinde önemli bir bilgiyi ortaya çıkarmış ve dünyayla paylaşmış oluyoruz.


Ayasofya'yı sadece bu melek tasvirleri ile değil, bütün öteki el işleri ve mozaik çalışmalarıyla bu yıl içinde bütünüyle sahiplenmeyi ve 2010'da Avrupa Kültür Başkenti İstanbul'a yakışır bir şekilde dünyaya tekrar bu önemli mabedin, müzenin farkında olduğumuzu duyurmaya çalışacağız. Ülkemize, dünyamıza, insanlığa, kültüre uğurlar, hayırlar getirmesini içtenlikle temenni ediyorum."

KIRINTISI BİLE DÖKÜLMEDEN KORUNMUŞ

Günay, daha sonra haber ajansları eşliğinde iskeledeki asansör sistemini kullanarak yüzü ortaya çıkan kanatlı figür serafimin bulunduğu kuzeydoğu pandantifinin üstüne çıktı.

Günay, yaklaşık 50 metre yükseklikteki figürü gördükten sonra basın mensuplarına duygularını anlatırken ''Gerçekten çok heyecan verici. En son 160 yıldan önce görülmüş, sonra üzeri kapatılmış, yaklaşık bin yıllara dayanan bir tasvir mozaik. Son derece ince bir üslup var teolojide çok önemli kutsal sayılan bir varlığa ilişkin bir tasvir. Gerçekten heyecan verici. Özel bir heyecan yaşıyorum. Gerçekten hiçbir mozaik kırıntısı bile dökülmeden korunmuş bir tasvir" dedi.

VASİLİUS RÜYASINDA GÖRDÜ

İstanbul Üniversitesi Bizans Sanatı Uzmanı Dr. Feridun Özgümüş de bulunan bu mozaiğin çok şey değiştirebileceğini belirterek, bir benzerinin Ayasofya'nın güneydoğu pandantifinde de bulunduğuna ve bu tasvirin de yüzünün olabileceğine işaret etti.

İkisi uçmak için 6 kanatlı olarak tasvir edilen bu melek hakkında bilgi veren Özgümüş, 4. yüzyılda Hristiyan mitolojisinin kurucularından biri olan Vasillius'a rüyasında böyle göründüğü için meleğin 6 kanatlı olarak tasvir edildiğini anlattı.

Özgümüş, ''Bir de bunun bir bakışı vardır. Kavgacı, atılgan yerinde duramayan bir melekmiş. Onu anlatmak için bu şekilde çatık kaşlı olarak yapılmış'' diye konuştu.

Ayasofya'da daha birçok tasvirin kapalı olarak bulunduğunu belirten Özgümüş, üst galerinde İsa'nın tahtının bekçileri olan birçok ''Kerubin'' tasvirleri olduğunu belirtti.


ntvmsnbc


 25 Temmuz. 2009 Cumartesi


Ayasofya ve Atatürk!




Masonların memlekette cirit attığı l930'lu yıllarda, Amerika'nın Boston şehrinde bir enstitü kurulur: Bizans Araştırmaları Enstitüsü... Enstitünün başına getirilen adam bir papaz. Papaz, fakat papazdan çok siyasi bir militan. Adı Whitte More. İsminin önünde Papaz Profesör ünvanı var. Türkiye'deki muhalifleri, adamın ilmi şahsiyetinin olmadığını, yayınlanmış ciddi eserlerinin bulunmadığını yaymak isterler.

İşte bu adam, Bizans Araştırmaları Enstitüsü Müdürü sıfatıyla Mustafa Kemal'e müracaat eder. Küçücük bir dileği vardır: O da Ayasofya'yı tamir etmek... Başvuru yılı 1931. Bu samimi ve zararsız başvuru kabul görür ve papaz başkanlığında tamir çalışmaları başlar. Başlar başlamasına da, papazın başı namaz kılan müminlerle derttedir. Günde beş vakit namaz tamirat işlerini aksatmaktadır.

Papaz'ın pratik zekası bir daha devreye girer ve tamir faaliyetlerinin daha rahat yapılabilmesi için, Ayasofya'nın geçici olarak ibadete kapatılması sağlanır. Ondan sonra ne tezgahlar kurgulanır bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, Ayasofya'nın o günden sonra bir daha ibadete açılmadığıdır. Prof. Semavi Eyice'den dinleyelim: "Whitte More çalışmalar sürerken, 1934'te Atatürk bir akşam sofrasında Ayasofya'nın müze haline getirilmesi düşüncesini ortaya atmıştır."

Bizim kanaatimiz: Mustafa Kemal Batı dünyasının (Haçlı-Siyonist ittifakının) Ayasofya'yı kilise yapma niyetinin farkındadır. Fethin sembolü olan bu mabedin müzeye çevrilmesi isteği, sonradan kiliseleştirmenin ilk basamağıdır. İşte burada Atatürk'ün taktik dehası devreye girmiş; doğrudan kiliseye dönderilmesi yerine, müzeye çevrilmesinin, Türkiye'ye zaman kazandıracağını ve ileride yeni fırsatlar ve imkanlar doğacağını hesaplamıştır. Çünkü zaten Cumhuriyet o günkü şartlarda, batının dayatmalarına karşı çıkacak güçten yoksun bulunmaktadır. Yani Atatürk, Ayasofya'yı cami iken müze yapmamış; tam aksine kilise yapılacak iken müze olmasına göz yumarak Onun elde kalmasını sağlamıştır.

Ancak bir dönem olduğu gibi günümüzde de hala ara sıra tartışma konusu olan bir durum vardır ki o da; Ayasofya'nın Mustafa Kemal Paşa'nın imzasıyla müzeleştirilip müzeleştirilmediği olayıdır. Hatta bu konuda 2005 yılı içerisinde, bağımsız milletvekili olduğu dönemde İstanbul milletvekili Emin Şirin de bazı açıklamalar yapmıştır. Şirin, Atatürk'ün imzasının sahte olduğunu, bu imzanın Paşa'nın kendi imzası olmadığını ortaya atmıştır.

Bu konu üzerinde yakın tarihimizde görüş bildiren en tanımış aydınlardan birisi de Ebuzziya Tevfik'tir. Torunu, Ebuzziya Tevfik'in bu iddialarla ilgili olarak şu açıklamalarda bulunduğunu, 1995 yılında yayınlanan "Ayasofya" isimli kitabında Yazar Hüseyin Yılmaz'a şöyle aktarıyor: "... Mustafa Kemal tam İstanbul'a geldiği sıralarda, Amerika'dan bir heyet veya zat geliyor. Mutemete resmen müracaat ediyor. Oradaki Bizans Enstitüsü'nün bir temsilcisi diyor ki; -Ayasofya hayli harap halde, bunu müsaade edin de biz tamir edelim. Ve eski haline getirelim...- diyor. "Ancak Amerikalı müracaat edince, hükümet bizim kendi paramız vardır, tamir için paramız yeterlidir. Biz yaparız başkasına ihtiyacımız yoktur, diye talebi geri çevirmiştir. O sırada Maarif Vekili Hikmet Bayur'dur. M. Kemal gelir Ayasofya'nın etrafını görür. -Yahu Ayasofya'yı bu rezalet halden kurtaralım, kırık dökük şeyleri ortadan kaldırmak lazım. Madem ki bunu tamir edip eski haline getirmek de mümkün, bunu biz yapalım" diye teklifte bulunur. Hikmet Bayur, Maarif Vekilliğinden büyükelçiliğe tayin edilir ve yerine Abidin Özmen gelir. Ayasofya'nın sahibi, Fatih Sultan Mehmet'in kurduğu vakıf dolayısıyla o zaman ki Vakıflar Umum Müdürlüğü'dür. Etrafındaki bir kısım yerler Vakıflar'a aittir. Diğerleri muhtelif kimselerindir. Vakıflar Umum Müdürlüğü'ne bütün bunların temizlenmesi, kaldırılması, istimlak edilip tamir edilmesi için emir verilir. Bu gelişmeler üzerine mesele Mustafa Kemal Paşa'nın sofrasında yeniden görüşülür. Abidin Özmen, Maarif Vekili olarak madem ki burasını - yani ibadete açık olmayan kısımları- müze haline getirmeyi düşünüyoruz, o halde bunu Maarif Vekaleti'ne verin, biz bunu yapalım- der. Maarif vekilinin yapmasına hemen karar verilir. Fakat Maarif Vekaleti'nin bütçesinde böyle bir tamir için ayrılmış para yoktur. Ayrıca bütçelerden bir fasıldan, bir fasıla para intikali imkanı da yoktur. Bunun üzerine vekiller heyetinde konuşulur. Vekiller heyetinin kararı ile Maarif Vekaleti'nin bu masrafı yapması emredilir. İşte "kararname" diye tutturdukları budur. Bütün kararnameler, Resmi Gazete'de ilan edilir. Bazı kararlar da, yani kararname mahiyetinde olmayan 2. derecede olan bu tür kararlarda tek heyetten çıkmasına rağmen, Resmi Gazete'de ilan edilmez. Doğrudan doğruya, Müdevvenet Müdürlüğü denen bütün bu kanunların hepsinin toplandığı yere gider. Bu gün bile herhangi birisi Müdüvvenet Müdürlüğü'ne gider ve kararnameleri görmek isterse, istediği kararnameler önüne çıkarılır. İstediği kısmı alabilir. Ama kararnameler içinde neşredilmeyen bir kısmın fotokopisini vermezler. Kanunen yasaktır. Geçen gün bir gazetede, sadece bu karar olan, ancak buna rağmen ısrarla ve kasıtlı olarak kararname dedikleri şeyin altına Atatürk'ün imzasını taklit ederek basacak kadar işi ileri götürdüler. Şimdi bu (Vekiller heyetinin kararı ile Maarif Vekaleti'nin bu masrafı yapması emri) neşredilmemiş bir "karar" olarak kaldı..."

Fatih'in Vasiyeti

O dönem ki adıyla Evkaf Umum Müdürlüğü, bu günkü adıyla Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün Fatih Vakfı'na ait vakfiyeden çıkarttığı lanet bölümü de denilen, bize göre en doğru ifadeyle "Uyarı Bölümünü"nü görelim...

"Kim bu vakfiyenin bir şartını değiştirir, fasit bir teville, dalavereyle vakıf hükmünü yürürlülükten kaldırmaya kasteder, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder veya bunları yapana yol gösterir veya yardım eder veya kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkar veya sahte evrak düzenleyerek mütevellilik hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi hesabına geçirirse haram işlemiş olur, günah kazanır. Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların ebediyen laneti onun üzerine olsun. Azapları hafiflemesin. Kıyamet gününde yüzlerine bakılmasın..."

Ayasofya, Bizans'a tanıklık etmiş, Osmanlı'yı yaşamış, Cumhuriyeti ise yaşıyor... Hıristiyanlık alemi için kutsal olduğu gibi, İslam dünyası için de manevi bir sancak. Müze, cami, kilise üçleminde politik tartışmalara ismi karışmış olan bu tarihi yapının kaderinde iki dönem bulunuyor. Biri I. Ayasofya dönemi olan eski dönem, ikincisi ise, İstanbul'un fethinden sonraki II. Ayasofya dönemi. I. dönem Ayasofya'ya ait hemen hemen bütün yapı ve dokular günümüze kadar gele bilmişken, II. dönem Ayasofya'ya ait birçok yapı ve doku ne yazık ki günümüze kadar ulaşabilmiş değil. Zaten hiç kimse de bu yapılardan haberdar değil. Kayıp Ayasofya'ya ait, imarethane, medrese başta olmak üzere birçok önemli mekandan eser yok. II. dönem Ayasofya'dan, kilisenin camiye çevirilişini gösteren birkaç önemli doku bulunuyor. Yeni nesil ise, kart postallarda da olsa görebildiği Ayasofya'nın dışında başka bir yeri görmüyor, bilmiyor. Ayasofya'yı da sadece bu yapıdan ibaret zannediyor. Oysa Ayasofya bir zamanlar başlı başına bir külliyeydi.

İstanbul'un Türkler tarafından fethinden sonra, şehrin en eski yapılarından Ayasofya çeşitli onarımla da yaşatılmış ve yeni ilaveler yapılmış. Ayasofya'nın onarım ve yeni kısımlarının inşasında, Mimar Muslaheddin, Mimar Sinan-ı Atik, Mimar Ayas,

Mimar Hayrettin ve Mimar Sinan'ın büyük emekleri geçmiştir. Osmanlı dönemi boyunca Ayasofya'nın ana yapısına Fatih tarafından medrese, I. Mahmut tarafından kütüphane, imarethane, şadırvan, sübyan mektebi, sebil, çeşme, Abdülmecid tarafından muvakkithane gibi önemli eserler ilave edilmiştir. Ancak bu yapılardan günümüze kadar sadece I. Mahmut'un yaptırmış olduğu kütüphane gelebilmiş. Kütüphanenin dışında II. dönem Ayasofya'ya ait hiçbir eser şu anda yok. Yok olan bu yapıların en önemlisi, Fatih'in yaptırmış olduğu Ayasofya Medresesi. Ayasofya Medresesi'nin müderrisliği, dönemin en büyük ilmi payesi sayılıyordu. Ali Kuşçu başta olmak üzere, Molla Hüsrev, Mehmet bin Feramürz gibi alimler Ayasofya Medresesi'nde müderrislik yaptı. Fatih Sultan Mehmet'in, Fatih Camii Külliyesi'ni yaptırması ve Semaniye Medresesi'nin açılmasıyla öğrenim bir yerde toplanmış, Ayasofya Medresesi'ne olan ihtiyaç ise azalmıştı. Sultan II. Mahmut zamanında onarım gören medrese, Darü'l Hilatü'l Aliye Medresesi olarak 1924 yılına kadar kullanılmış, 1934 yılında Ayasofya'nın müze olması kararından sonra da diğer yapılana birlikte tamamen yok olup gitmiş.

Osmanlı Ayasofyası Yok Edildi

İmarethane, sübyan mektebi, medrese başta olmak üzere kayıp Ayasofya'nın izini aramaya başlayan Ayasofya Müzesi eski Müdürü, Arkeolog-Sanat Tarih çisi Erdem Yücel, Osmanlı dönemi Ayasofya'sının bilinçli bir şekilde yok edildiğini söylüyor. Yücel, "Eski Ayasofya günümüze kadar gelebilmişken, ondan daha genç olan Osmanlı dönemi yapılarının yok oluşunu anlamak mümkün değil. Ortada bir kayıp Ayasofya var. Kimse bunu bilmiyor. Ben görevli olduğum süre de, eski dokuları ortaya çıkarmak için ekip halinde günler süren bir çalışma yaptık. Merhum Mimar Alpaslan Koyunlu ile Fatih'in yaptırmış olduğu medresenin temelini ortaya çıkardık. Diğer eserleri tam olarak inceleyemedik. Ayakta kalan kütüphaneyi ise onardık. Fatih'in İstanbul'u fethettikten sonra yaptırmış olduğu ilk medrese. Bu medrese dikdörtgen bir plan şeması gösteriyor. 12 odalı bir yapıydı. Osmanlı döneminden önceki Ayasofya tahrip edilmemiş, sadece birkaç mekanın kullanım amacı değiştirilmiş. Osmanlı dönemine ait bir çok önemli mekanın bilinçli bir şekilde yok edildiği karşımıza çıkıyor. Çünkü böylesine mekanların yok olması başka türlü izah edilemez" şeklinde konuşuyor.

Vakfiyeden Haber Yok

Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'un fethettikten sonra Ayasofya'da kıldığı ilk cuma namazının ardından, bu yapıyı onarmış ve yeni yapılar ilave etmiş. Tam anlamıyla olmasa da bir külliye kuran Fatih Sultan Mehmet, Osmanlı geleneğinden gelen bir hareketle burası için bir vakıf kurmuş. Fatih Sultan Mehmet'in "Kenise-i Münakkaşa" diye tabir ettiği vakfiyenin, Ayasofya Külliyesi'nin yaşaması için, bir takım hanların ve dükkanların gelirini buraya bağlamış. Ancak günümüzde, Ayasofya

Vakfiyesi'ne ait herhangi bir gelir kaynağına ve vakıfa ait dükkan ve iş hanına rastlamak mümkün değil. Bu dükkanların ve hanların akıbeti ise belli değil. Vakıf malı devredilemez, satılamaz ibaresi göz önünde bulundurulursa, o dönemlere ait dükkanların ve iş hanlarının en azından yerlerinin kimlere intikal ettiği bilinebilir.

Ayasofya ile ilgili olarak çalışmalar yapan Ayasofya Müzesi eski Müdürü Erdem Yücel, vakfiyeden eser olmadığını belirterek şöyle konuşuyor: "Zaman çok eski, ama vakfiye geleneğinde malın kime devredildiği, ne şekilde olduğu bilinebilir. Ancak üzerine düşülmediği için şu anda bir şey söylemek mümkün değil. Belki şu anda Ayasofya'nın çevresindeki dükkanların en azından mekan vakıf malıdır Böyle ise o zaman dükkanlar da vakıf malı sayılır. Bu dükkanları işletenlerin vakfa kira vermesi gerekir. Bunu Vakıflar Müdürlüğü'nün takip etmesi gerekir. Bu sadece bir varsayım ve bir tahmin. Çünkü buralardan gelen gelirler, Ayasofya'nın tamiratı ve giderleri için harcanır. Onarım ve tamirat için ödenek beklemeye gerek kalmayacak."

Türbeler Harap

Ayasofya Külliyesi içinde bulunan Osmanlı dönemine ait mekanlardan birisi de, Osmanlı sultanlarının türbesinin bulunduğu kısım. Türbeler günümüze kadar gelebilmiş ama tam olarak muhafaza edildiği söylenemez. Türbelerde Sultan II. Selim, III. Murat, III. Mehmet, Sultan İbrahim ve I. Mustafa'nın sandukalarının yanı sıra, şehzadelerin, sultan eşlerinin ve çocuklarının da mezarları bulunuyor. III. Murat'ın annesi Safiye Sultan, Mihriban, Fatma Sultanlar başta olmak üzere yirmi bir kızı, Sultan I. Ahmet'in şehzadelerinden Kasım, Sultan III. Mehmet'in üç oğlu, iki kızı, Sultan İbrahim'in bir şehzadesi ile iki sultanı olmak üzere elli dört sanduka bulunuyor. Ayrıca türbenin yanında, Sultan Murat'ın oğullarının gömülü bulunduğu şehzadeler türbesi yer alıyor.

Osmanlı sultanlarına ve şehzadelerine ait Ayasofya'daki türbeler itina ile yapılmasına rağmen, daha sonra kendi haline bırakılmış. Cumhuriyet döneminde kapısına kilit vurulan türbelerin duvarları çatlamış, sandukaların üzerlerini örten malzemeler dökülmüş, metruk hale gelmiş. Sanat Tarihçisi Erdem Yücel'in Ayasofya Müzesi Müdürü olarak atanmasından sonra türbeler elden geçirilmiş, baştan sona tadilatı yapılmış. Yücel, tamirat ve tadilatla yetinmemiş, bir de burayı yerli yabancı turistlerin ziyaretine açmış. Ancak Yücel'in görevinden ayrılmasından sonra türbeler tekrar kapatılmış. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra Yücel, tekrar görevine başlamış, türbeler de tekrar açılmış. 1996 yılına kadar Yücel'in görev süresiyle birlikte türbeler açık kalmış, bu tarihten sonra tekrar kapatılmış. Yani gitmiş türbeler kapatılmış. Şimdi ise türbeler kapılarına kilit vurulmuş ve kendi hallerine bırakılmış durumda.

Ayasofya Müzesi eski Müdürü Erdem Yücel, türbelerin tekrar harabeye dönüştüğünü belirterek şunları söylüyor: "Türbeler kısmını onarıp ziyarete açtım.




Hatta açılışı dönemin Kültür Bakanı Fikri Sağlar yapmıştı. Ben görevde kaldığım sürece türbeler ziyarete açıktı. Birçok insan türbeleri ziyaret ederek, Ayasofya'da türbelerin olduğunu öğrendi. Benim olmadığım dönemlerde türbeler kapatılmış. Şimdi ise yine kapalı. 4 yıldır türbelerin kapısı açılmamış. Her taraf eski haline dönmüş. Türbelerin hali şu anda harap durumda. Böylesine önemli olan türbelerin kendi haline bırakılmasını anlamak mümkün değil. İlk defa beş Osmanlı Sultanı bir arada bulunuyor. Bu bakımdan da çok önemli bir yer. Bu türbeler sıradan türbeler değil, bir de burada Türk sanatı ortaya koyulmuş. Çiniler, mozaikler ve ahşaplardaki desenler Türk mimarisinin özelliklerini ortaya koyuyor."

Ayasofya'da Neyin Restorasyonu Yapılıyor?

2000 yılında, Avrupa Parlamentosunda bir Romen milletvekilinin öncülüğünde, Ayasofya'nın tekrar kiliseye dönüştürülmesi için kampanya başlatılmıştır. Asırlardır Türkler tarafından günümüze kadar korunabilmiş, bakımı ve onarımı bizler tarafından yapılmış olan Ayasofya'nın, ne hikmetse 80'li yıllarda bakımı ve onarımı dışarıya havale edilmiştir. Dünya anıtları fonu tarafından "Dünya Kültürel Mirası'nın" en önemli 100 anıtı arasına alınarak, Dünya Kiliseler Birliği'nin içinde bulunan birçok yabancı kuruluşlardan onarım parası alınmaya başlanmıştır. Ayasofya camiye dönüştürüldüğünde boyanarak üzeri kapanan resimler; restorasyon adı altında temizlenerek bir bir ortaya çıkarılmaya başlanmıştır. Bu işlemin gerçekleştirilmesi dahi, buranın kiliseye çevrilmesinin habercisiydi. Bugün bu çalışmalar hemen hemen bittiğine göre, artık ibadete açılması içinde AB harekete geçmiştir. Peki böyle bir restorasyon çalışmasına hangi yetkililer izin vermiştir? Bunun hangi amaçla yapıldığını bu yetkililer anlamamışlar mıydı? Yoksa anladıkları halde, sırf koltuklarını korumak uğruna buna peki mi demişlerdi? Ayasofya, Türk Milletinin Milli Egemenlik sembolüdür. Bunun için asla taviz verilemez.

Son günlerde Patriğin, yeni bir takım oyunlar için de girerek Papa'yı Türkiye'ye davet etmesi, Ayasofya'da ibadet etme söylemlerinin ortaya atılması son derece tehlikeli oyunlardır. Patrik ateşle oynamaktadır! Şunu unutmasın ki, düşman işgali altındaki İstanbul'da bile Ayasofya'nın ele geçirilmesi ihtimali söz konusu olunca, vatan evladı bir binbaşı, temellere dinamit yerleştirerek, böyle bir şeye girişmeleri halinde mabedi havaya uçuracağını haykırmıştı. Dolayısıyla Türk milletini daha fazla kimse zorlamasın.

Bu millet hiç ummadıkları anda gereken cevabı vermesini bilir, 1919' da verdiği gibi...

Aslında Bizans devletini diriltme, Vatikanlaştırma konuları büyük bir planın sadece Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni parçalamak için ortaya atılan ilk bölümüdür.

"Yeni Dünya Düzeni" adı altında oynanan bu oyun, yeryüzündeki devletleri dinsel ve etnik ayrışmalara götürmektedir. Ulus devletleri şehir devletçiklerine bölerek, onları bir bir denetim altına almaya planlamaktadırlar. Türkiye'de bu tezgah Bizans'ın ihyası ile başlamıştır. "İstanbul Şehir Devletçiği" ve daha sonra Türkiye'nin diğer bölgelerinde de başka başka devletçikler oluşturulacaktır. Burada en önemli ayrıntı, hiç bir millet veya devletin egemen olmadan kontrol altına alınmasıdır. Egemenlik yetkisi sadece ve sadece bir avuç azınlıkta olacaktır ve diğer insanlar onlara tabi olacaklardır. Nihai hakimiyetini hedefleyen bu gücün niyeti, kendilerinin efendi diğerlerinin ise köle olduğu bir düzendir. İşte bütün bu oyunlarının tezgahlarının altında tek gerçek vardır: İnsanımıza ve dünya insanlığına reva görülen Kölelik! İşte hazırlanan gelecek budur... [4]

Sonuç:

Osmanlılar'da asırlarca devam eden gelenek, İstanbul 1453'te fethedildiğinde de, Osmanlılar tarafından uygulandı. Şehrin en büyük kilisesi, Ayasofya, camiye tahvil edildi ve Fatih Sultan Mehmet askerleriyle birlikte ilk Cuma namazını burada kıldı.

O günden beri Ayasofya, İstanbul'un Türkler tarafından fethinin simgesi sayıldı.

Öyle ki Osmanlı döneminde Cuma ve bayram hutbelerinde, Hatip, minbere kılıç kuşanarak çıkar ve zafer alameti olarak gümüş tel takardı. Bu özel tutumla, İstanbul ve Ayasofya'nın kılıçla fethedildiğine tekrar tekrar vurgu yapılırdı.

Ayasofya, yüzyıllar boyu, gönüllerde Büyük Fetih Camii olarak yer aldı.

Aynı zamanda bir namus meselesi, millî egemenliğin simgesiydi.

Birinci Dünya Harbi'nin ardından İstanbul işgal edilmiş, ancak Ayasofya işgal edilememişti!


Fransız işgal kuvvetleri, yüzyılların hesabını kendileri görmek istiyorlardı. Fransız kuvvetlerin komutanı Franchet d'Esperey'in emriyle bir Fransız taburu Ayasofya'ya yerleşmek ve "camiyi teslim almak" üzere geldi. Ayasofya'yı savunmakla görevli Türk taburunun komutanı Binbaşı Tevfik Bey, caminin büyük giriş kapısına iki ağır makineliyi yerleştirmişti. Tevfik Bey, Osmanlı yönetiminden, Harbiye Nezareti'nden aldığı emirleri dinlemeyerek camiyi tahliye etmeyi reddetti.

Fransız tabur komutanı Tevfik Bey'e, "Siz asker değil misiniz, burasını tahliye ederek bize teslim etmeniz için emir almadınız mı?" der.

Binbaşı Tevfik Bey'in yanıtı şöyle olur: "Evet ben de bir askerim. Bir asker olduğum için sizi, ben sağ olduğum sürece bu kapıdan geçirmeyeceğim. Ben aynı zamanda Türk'üm ve Müslümanım ve burası da benim mukaddes mabedimdir. En büyük âmir olan vicdanımdan aldığım emirle sizi buraya sokmayacağım. Şayet cebren girmeye teşebbüs edecek olursanız, işte size ilk cevap verecek olan ağır makinalılar. Yalnız bu kadar değil; eğer bunlar maksadı temin etmezse caminin dört köşesine kafi miktarda tahrip kalıbı yerleştirdim. Her şeye rağmen teşebbüsünüzde ısrar ederseniz bu koca mabed bu taburun üzerine çökecektir ve siz bu mabede giremeyeceksiniz..."


Böylece Fransız taburu çekilir, Ayasofya işgal edilemez.

Hıristiyan âlemi, yüzyıllar boyunca Ayasofya'nın tekrar kilise olması için uğraşıp durdu. Çünkü Ayasofya'nın kilise olması, İstanbul'un Batı tarafından Türklerden geri alınması gibi bir olay olur. Bu derece önemli bir simge...

Batılı'nın tarih bilinci ve yüzyıllardır bu konuda değişmeyen tutumu son derece öğretici.

1934'te halen tartışmalı olan bir kararnameyle ve Celal Bayar'ın anlatımına göre, Balkan Paktı'nda Yunanlılara jest olsun diye, o dönemin koşullarında siyasi bir kararla, Ayasofya müzeye çevrildi.

Bugünlerde Amerika'da yeni bir kampanya başladı.

Kamuoyu önünde kampanyayı başlatan kişi olarak Kris Spiru görünüyor.

Spiru, Demokrat Parti'nin New Hampshire eyaleti eski başkanı ve Yunan-Amerikan Birliği Başkanı.

Geçen aylar düzenlenen bir toplantı ile Manhattan`da bir örgüt kuran Spiru, hedefinin Ayasofya'yı "Ortodoksluğun kraliyet merkezine" dönüştürmek olduğunu belirtti. Spiru, Ayasofya'nın kilise olarak ibadete açılması için başvurabilecekleri hukuki mercilerden birisinin Strazburg`daki İnsan ve Dini Haklar Mahkemesi olduğunu ifade etti.

Bu kaçıncı kampanyadır, Batı'dan Türkiye'ye yapılan kaçıncı Ayasofya baskısıdır?

Türkiye, bütün bu dayatmaları artık ciddiye almadan Ayasofya'yı Fatih'in vasiyetine uygun olarak eski konumuna getirmeli. Ayasofya, yeniden "Büyük Fetih Camii" olarak toplum hayatında yer almalı, kapılarını halka ibadet için açmalı.

Bunun irticayla, yobazlıkla falan ilgisi yok.

Ayasofya, kendisini "İslamcı", "sağcı", "solcu", "Kemalist", "Türkçü", "Milliyetçi" olarak ifade eden, hangi görüşte olursa olsun her kesimin destek vermesi gereken; sadece iktidarın-muhalefetin, şu ya da bu siyasi partinin meselesi değil, egemenliğin bir simgesi, Türkiye'nin meselesidir.[5]



[1] 5.7.2006 / Aydın Candabakoğlu / Tercüman

[2] 08.07.2006 / Mehmet Şevket Eygi / Milli Gazete

[3] Handan Özduygu / Netpano. com / 30.04.2006

[4] Hakan Yılmaz Çelebi-Judasofya Pegasus yy. İST. 2006)

[5] Uğur Yıldırım / Jeopolitik. Sayı:31 Ağustos 2006









Hiç yorum yok:

Yorum Gönder