Sayfalar

PUSULA-2023

15 Şubat 2010 Pazartesi

TEŞKİLATI MAHSUSA VE MİLLİ ŞAİRİMİZ MEHMET AKİF ERSOY


Cemal Kutay'a Göre Mehmet Akif

“Cemal Kutay'ın "Necid Çöllerinde Mehmed Akif" adlı bir kitabı vardır. Akif'in adeta bir destan kahramanı olarak yüceltildiği bir kitap. "Teşkilat-ı Mahsusa" lideri Eşref Sencer Kuşçubaşı'nın anlattıklarına dayanılarak yazılmıştır.”

“Bilindiği gibi Akif, Birinci Dünya Savaşı sırasında görevli olarak Almanya'ya ve Hicaz'a gitmişti. İngilizler ve Fransızlar, sömürgelerinden topladıkları müslüman askerleri, "İstanbul'u işgal edip halifeyi esir aldılar!" propagandasıyla aldatarak Osmalı Devleti'nin müttefiki olan Almanların üzerine sürüyorlardı. Batı cephelerinde yapılan muharebelerde Almanlar, yüz bine yakın müslümanı esir almış, bunlar için Vunsdorf yakınlarında özel kamplar inşa etmişlerdi. Bütün benliğiyle "İslam Birliği" idealine sarılmış olan Akif, kendisine Teşkilat-ı Mahsusa aracılığıyla gelen teklifi tereddüt etmeden kabul etti ve Almanya'ya giderek Tunuslu Şeyh Salih'le birlikte, farkında olmadan Osmanlı Devleti'ne karşı savaşan bu müslüman esirleri aydınlatmaya çalıştı.”

“Cemal Kutay'ın anlattığına göre Akif, Almanların Vunsdorf'da müslüman esirler için inşa ettikleri camide heyecanlı vaazlar verdi. Plaklara kaydedilen bu vaazlar, müslüman askerlerin bulunduğu cephelerde hoparlörlerle tekrar tekrar yayımlandı. Bu hitabeleri dinleyen çok sayıda müslüman askerin ilk fırsatta saf değiştirdiklerini kaydeden Kutay, Akif'in kendisine verilen vazifeyi parlak bir şekilde yerine getirdiğini, hatta hitabelerin Almancaya çevrilerek gazetelerde yayınlandığını söylüyor ve şöyle devam ediyor: "Akif, seyahatinin daha çok devam etmesi yolundaki ricalara rağmen, Şeyh Şerif Tunusi'ye söylediği gibi, ezan sesinin hasretini çekiyordu. Sadece bu da değil, Almanya onun hassas kalbinde kendi yurdunun sahibi olmadığı medeniyetin hasretinin acısını, ifasız yara halinde ayaklandırmıştı. Safahat'ın en güzel, en içli bölümlerinden birisi olan 'Berlin Hatıraları' bu duygunun ifadesi idi."

“Akif, İstanbul'a dönüşünden kısa bir süre sonra, yine Teşkilat-ı Mahsusa tarafından Ceziretü'l-Arab'a gönderilmiştir. 1916 yılının başlarında gerçekleşen bu seyahat, Hicaz Emiri Şerif Hüseyin Paşa ile oğullarının isyan hazırlıkları dolayısıyla planlanmıştı. Necid'e doğru yola çıkan ekipte Mehmet Akif'ten başka Tunuslu Şeyh Salih, Teşkilat-ı Mahsusa reisi Eşref Sencer Bey ve Enver Paşa'nın başyaveri Mümtaz Bey vardır.”

“Arkadaşlarıyla birlikte kızgın çölleri aşıp Osmanlı Devleti'ne sadık kalan İbnürreşid'le görüşmek üzere Riyad'a kadar giden Akif'in olağanüstü iklim şartlarına nasıl dayandığını Cemal Kutay şöyle anlatıyor:

"Gündüz elli dereceye kadar yükselen hararet geceleri sıfıra iniyordu. Bu inanılmaz ve havsala kabul etmez iklim farkı, alışmamış bedenleri harab ediyordu. Bu arada Mehmet Akif, inanılmaz bir mukavemet gösteriyordu. Pehlivanlığını unutmuyor, hatta iki metreye yaklaşan boyunu, levent endamını ve bilhassa mükemmel ahlak ve terbiyesini takdir ederek 'Eşref Bey'in emireri zenci Musa / Omuz vermiş, göğe çıkmış Nebi İsa' dediği zenci Musa ile güreşiyor, ok atıyor, ata biniyor, Arap usulü kılıç kullanmasını öğreniyordu. Bu arada da Safahat'ın o unutulmaz ve berceste bölümü olan Necid Çöllerinde'yi yaratıyordu."

“Cemal Kutay, "Necid Çöllerinden Medine'ye" şiirinin yazılış macerasını anlatırken çok heyecanlı bir üslup kullanıyor, diyor ki: "Mehmet Akif, sam fırtınasıyla kasıp kavrulan çölden ruhlarındaki imanı, o inancı verebilmiş olan beşeriyetin muhakkak ki görüp göreceği en büyük insan olan İslam peygamberinin manevi huzuruna iletebilmek için ademoğlunun dayanabileceği en çetin şartlara göğüs germişlerin destanını yaratıyordu."

“Kitabının bir yerinde diyor ki: "Damadı merhum üstad Ömer Rıza Doğrul, o mükemmel eseri Asr-ı Saadet'i tamamladığı zaman, vatanından uzak Mısır'da yaşayan Mehmet Akif, Ömer Rıza'dan önce muhterem Eşref Edip'i tebrik etmek ihtiyacını duydu. Bir hakikattir ki, eğer üstad Eşref Edip'in o yorulmak bilmez, fütur getirmez azmi olmasaydı, medeni cesareti, manevi hayatımızı bergüzar eserlerle değerlendirmek cehdi olmasaydı, bugün maneviyatımızı inşa edecek eserler bakımından daha fakir olurduk, hatta birçoklarından ebediyen mahrum kalırdık."

Cemal Kutay'dan birkaç cümle daha: "Akif'e saldıranlar, onun İstiklal Marşı'nı dinleyerek bayrağı selamladılar: Hala da öyle!" "Ne Safahat unutuldu, ne de Mehmet Akif!"

"Bugün bütün Türkiye'nin vefakar kalpleri onun resmine bir 'heyula gibi' değil, bir daha kavuşulmasına imkan olmayan bir iman ve ilham devrinin aziz hatırası gibi bakıyorlar. Kabrine inen nur ise bütün milletin ebedi minnetidir. Anasından emdiği süt kadar helal olsun..."

(Zaman gazetesi 27.12.1999)

Çanakkale Şehitleri ve Yazılışı

Mithat Cemal KUNTAY'a Göre Mehmet Akif

Ne Mehmet Akif ne Eşref Bey o gece uyuyabildiler... Mehmet Akif daha sonra, yine beraber geçen hayat safhalarında o geceyi daima hatırladı. Çünkü o gece Mehmet Akif, Çanakkale destanını yazmadan canını almaması için Allah'a yalvardı: Bu, bir çocuk yakarışı idi. Masum, tertemiz, hiçbir fâni hissin ucuna dokunamadığı bir yalvarış...

Eşref Bey anlatır: Hayatımda, Mehmet Akif kadar vakar ve ciddiyetini muhafaza eden insanlara az rastlamışımdır: Bu, mücerret bir tevekkül duygusunun neticesi değildi: Kadere rıza gösterme felsefesinin yanında, dünya nimetlerine olan istiğnanın da tezahürü idi. Biz İstanbul'dan çıkarken, ailesine, Teşkilât-ı Mahsusa'nın hiçbir murakabe ve teftişe tâbi olmayan müstakil kasasından para bırakması için öyle ısrar etmiştim ki, beni reddederse kıracağını anladıktan sonra muvafakat etmiş ve emin olunuz, kızararak:

- Siz ne isterseniz yapınız. Rica ederim, bu mevzulara beni muhatap yapmayınız., demişti. Fâni nimetler için bu kadar müstağni bir insanın, şahsî mevzular üzerinde hassas olmaması mümkün müydü?

El-Muazzam istasyonundaki o çöl gecesi, heyecan ve edebî kudretini, vatanının ve milletinin saadeti, istiklâli, fazileti uğruna vakfetmiş büyük bir şairin, rabbani ve ilâhî olduğuna şüphe olmayan heyecan ve vecdi andıran istiğrakına şahit oldu. Akif, âdeta cezbe hâlinde idi... Çok az konuşan bu büyük şair, şimdi, bir çağlayan hâlinde idi. Benimle değil, âdeta kendi kendisine konuşuyordu: Milletinin büyüklüğüne, kahramanlığına, yiğitliğine inanmıştı. İnanıyordu... Medeniyet ve teknik, işte bütün vasıtalarıyla Çanakkale'ye yığılmıştı: Para, vasıta, malzeme, insan, her şey boldu. Ya biz? Biz bunların sadece birisinden değil, her şeyinden mahrumduk. Neyimiz vardı? Mehmetçiğin imânı.... Âsım'ın nesli dediği ve babasının talebesi Köse İmam'ın oğlu olan Âsim, 1914-1918 Birinci Dünya Harbi'nin ve daha sonra 1918-1932 Millî Mücadele devrinin destanını yaratmış olan o eşsiz, o fedakâr, o kahraman neslin bir örneği idi: Çanakkale'de, Sarıkamış'ta. Galiçya'da, Filistin'de, daha sonra İnönü'de, Sakarya'da, Dumlupınar'da kahramanlık destanı yaratmış olan o bulunmaz nesil, Âsım'ın nesli idi... Akif o gece. bu neslin maddî manevî terkibini, gelecek nesillere anlatmadan canını almaması için Allah'a yalvardı. Hem nasıl yalvarış!.. Kalın, davudi, erkek bir sesi vardı. Kelimelerin ve harflerin hakkını vererek konuşurdu. Âdeta, kendi nefsine karşı ant içiyor ve bu ahdi, gönülden inandığı Tanrının yüce varlığına iletiyordu:

- Yarabbi!.. Bana bu destanı bir âciz kulunun ifadesinin azamîsi içinde yâd edebilmenin saadet ve imkânını bahşet. Bu ulvî vazifeyi bana nasip et, sonra emanetini al. Yarabbi!.. Bana bu lütfü çok görme. În'am ve ikramının namütenahi hazinesinden bu âciz kulunun şu duasını bargâh-ı ulûhiyetinde kabul eyle...

Ve, duası, hıçkırıklarla kesiliyordu. Sabahı böylece bulduk. Onu teskin etmek ne mümkündü ne de aklıma böyle bir müdahale geliyordu. Bu, bir heyecan ve ilham manzarası idi ve ben onu görebilmiş olmakla mübâhi mahdut fânilerden idim. Sesim değil, nefesim çıkmıyordu:

Şimdi sizlere bir hakikati iblâğ edeyim... Çanakkale Destanını Mehmet Akif, Hicaz yolculuğu devam ederken, daha yolda yazdı ve ancak ondan sonradır ki, tabiî hüviyetine girebildi.

Necid Çöllerinde Mehmet Akif, Boğaziçi Yayınları, 1992

ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE


Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?

En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.

-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-

Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.

Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!

Nerde-gösterdiği vahşetle 'bu: bir Avrupalı'

Dedirir-Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,

Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!

Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,

Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.

Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,

Avusturalya'yla beraber bakıyorsun: Kanada!

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:

Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.

Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...

Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!

Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil,

Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil,

Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;

Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.

Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...

Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.

Sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbâb,

Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.



Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;

Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;

Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;

Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.

Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,

Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;

O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,

Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak.

Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,

Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.

Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,

Sürü halinde gezerken sayısız teyyâre.

Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...

Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!

Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;

Alınır kal'â mı göğsündeki kat kat iman?

Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?

Çünkü te'sis-i İlahi o metin istihkâm.



Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler,

Beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer;

Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedi serhaddi;

'O benim sun'-i bedi'im, onu çiğnetme' dedi.

Asım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek:

İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek.

Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...

O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,

Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,

Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!

Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi...

Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.

Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?

'Gömelim gel seni tarihe' desem, sığmazsın.

Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...

Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.

'Bu, taşındır' diyerek Kâ'be'yi diksem başına;

Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;

Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,

Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;

Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,

Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan;

Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına,

Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,

Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;

Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;

Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...

Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.

Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,

Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin'i,

Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...

Sen ki, İslam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,

O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;

Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;

Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât,

Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,

Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.



Mehmet Akif Ersoy









Hiç yorum yok:

Yorum Gönder